5 Aralık 2011 Pazartesi

Zeynep Aliye ile cinnetin kıyılarında bir gezinti

Cinnetin kıyılarında bir gezinti

Zeynep Aliye ile Çıplak Güvercinler


Zeynep Aliye ile Çıplak Güvercinler öykü kitabındaki anakarakterlerin ruhsal süreçleri üzerine bir konuşma...

Ayhan Şahin: İç huzur ve iç mutluluk, bulanık bir düş kadar uzak şimdi. Güven duygusu, yerini kuşkulara bıraktı. Mutsuz, huzursuz, doyumsuz insanlarız artık. Korku ve kaygılarla sürekli tedirgin olan ruhumuz ve paramparça edilen özbenliğimiz, bizleri sığınaklarımıza çağırıyor; iç yalnızlığımıza. Belki buna sebep, “Güne Batanlar”ın Mehmet’i gibi bir iç hesaplaşma süreci yaşayabileceğimiz bir incir ağacının gölgesine sığınmamız; “Yükseliyor Gölün Suları”nın Lale’si gibi puslu bir gölün kıyısına yanaşmamız. ‘Sahte sığınaklara’ neden gereksinim duyar insan?
Zeynep Aliye: Psikolojik açıdan güçlü olununca yaşanılan acılı süreçlerin rasyonalizasyon-yüceltme mekanizmalarıyla çözümlenebilmesi, ya da daha az acıtıcı olması sağlanabilir. Baş edebilme çıtası, başka deyişle absorbe edebilme limiti kişilere ve durumlara göre değişse de, kuşkusuz bir noktadan ötesini, en sağlıklı insan ruhu da kaldıramaz. Duvarlarının çatırdayıvereceği, dengelerin bozulabileceği an’dır gelinen nokta. Aynı zamanda “İyi düş görmeler” basamağıdır bu. Bir ileri paranoya adımının kişiye nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz.
‘Sığınağa’ ana rahminden koparılıp alındığımız günden beri ihtiyacımız var elbette. Nitekim o günden sonra bilinçaltımız, bilinçdışımız hep aynı korunaklı ‘yer’in özlemini çekiyor. Hele de bu giderek yabancılaştırıldığımız dünyada!!! Kimileri politikaya atılarak, kimi temizlik hastalığına kapılarak, kimi sanatsal çalışmalarla, kimileri farklı uğraşlar, ‘hobby’ler yaratarak sorununu unutmaya ya da onunla baş etmeye çalışıyor. Serap görme, hayallere sığınma,  biraz da bu konumla ilgili bir zihinsel süreçtir diye düşünüyorum. İnsan zihni, acıtıcı olana karşı kendini korumak isteğiyle bir liman ararken, içine düştüğü çaresizlikte mum ışığıyla ısınabileceğini umut edebiliyor. Umutsuzluk bile umudun yavrusudur.
A.Ş.: Başkalarının istediği gibi biri olmakla kendimiz olabilmek ve kendi hayatımızı yaşamak arasında sıkışıp kalacağımız bir tercihe zorlanıyoruz; toplumun beklentilerine yanıt veremediğimiz oranda da ruh sağlığımız bozuluyor. "Çıplak Güvercinler" adlı öykünüzün ‘kız Selim’i’ gibi ‘başarısız’ olma halimiz, ‘mutsuzluk’ nedenimiz olabilir mi? “Margherita’nın Kanatları”nda Semih’in söylediği şey, ‘gerçek’ olabilir mi: “Disiplin, programlı ve metotlu çalışma; aslolan budur. Başarının, yani mutluluğun tek anahtarı bu.”
Z.A.: Kişinin, geleceğiyle ilgili olarak bilinçli bir tercih yapması, seçenekleri görüp onlar arasında gel gitler yaşaması önemli bir olgu. Yani, kendi seçimiyle, öteki’lerin empozesi-dayatması arasında bir tercihte bulunma durumu bile bilinçli bir çabayı gerektirir ki sonu ne olursa olsun, değerlidir. Toplum tarafından uygulanacak yaptırımları göze alma riski yabana atılır bir tehdit değil çünkü. Gerçi sonuçta yenik düşmek, güçlü taraftan yana konum değiştirmek büyük olasılık. Yenilgiyi kabul etmekse pek kolay değil. Ama bu bilinçlilik süreci, bir bakıma kişinin kendi içinde doğabilecek bir çatışmanın zayiatını da azaltan bir etken.
Kimilerinin tercihiyse daha en başında, teslimiyet: yani genel doğrudan yana olmayı seçiyor. Böyle olunca da mücadeleyi sonuna dek götürene öfke duyması, kaçınılmaz bir şey.
Çünkü sonuçta görüyor ki, bedelini fazlasıyla ödediği bir çeyrek başarıdır elinde kalan; doyumsuzdur, mutsuzdur; bağnazca davranmayı öğrenmiştir, eksiktir; ruhsal yönden sakattır. Ödediği ağır bedeldir biraz da suçlu’ya ilk taş’ı atmaya hazır olmasındaki neden. Hatta zaman zaman usulca kafasını kaldırıp kendini hatırlatan özlemlerine, elde ettiği konuma tehdit oluşturabilecek olan öteki'ne atmaktadır o taşı. Kendi benine bu kadar acımasız davranan birinin dış dünyaya karşı tolerans göstermesini beklemek de aynı ölçüde sakat bir mantığın ürünü olabilir zaten; yanlıştır elbette.

A.Ş.: “Margherita’nın Kanatları”nda Gülser, erkek arkadaşı Semih’ten, “Dur, madem istiyorsun, konuşalım... Hatta yalnızca konuşalım,” demesini bekliyor. Albert Camus, ‘İnsanlararası o uzun diyalog dönemi kapandı’ derken, bizlerin ve Gülser’in beklentisi hangi argümanlarla açıklanabilir?
Z.A.: Ben bu öykümde kahraman olarak, kendisini pek de önemsemeyen bir erkeğe tutkuyla bağlı genç bir kadını, Gülser’i seçtim. Böylesi sevebilmek kimilerine göre bir yetenek sorunuysa, kimilerine göre kendinden nefretin sonucudur. Aşırı duyarlı, hep bir sevgi eksikliği duyumsamış, özgüveni zayıf, kendisinden hiç de hoşnut olmayan bir kimlik Gülser. En büyük arzusu, Semih tarafından kabul görmek. Nitekim bir gün bu isteği mucize kabilinde gerçekleşiyor. Ve Semihle özel bir ilişkiye ilk adımı atıyorlar. Ancak bir anda işin rengi değişiyor, düşlerinin gerçekleşmesine anlar kala Gülser büyük bir açmaza düşüyor. Gülser'in Semih tarafından sevilmekten büyük ölçüde korktuğunu anlıyoruz. Aşkı amaç olarak gören bir kişilik çünkü Gülser. Aşkının varlık nedenini ortadan kaldıran böylesi bir gelişme karşısında yapabileceği şeyse, Semihe arkasını dönüp yürümek, olabilir. Ulaşılmazını ulaşılır hale getiren Semihe yönelik duyguları aşktan sonsuz bir öfkeye dönüşebilir; Çektiği acıların sona ermesi söz konusudur çünkü. Arafta yaşamaktır Gülserin seçimi.
Semih'e gelince, o, çağımız yaşam felsefesine uygun donanımlarla arenaya çıkmış, son derece akılcı, pragmatist, iyi çizilmiş stratejiden asla sapma göstermeden ilerlemesini sürdürebilecek bir erkek. Onun kitabında zaaflara, boşluklara yer yok. Ama ayrıntıları pek de hesaba katmayışı, Gülser'in nasıl bir kaos içinde olduğunu gözden kaçırmasına yol açıyor. Belki görebilse, oyunu sürdürecek, amacı da gerçekleşecek. Çünkü ne kadar umursamaz görünse de Gülser olayı, kişisel tarihinde bir yenilgidir.
Ama tabii son derece yoğun ve bir o kadar da karmaşık duygular içindeki iki insanın kısa muhaveresinden bir bölüme projektörü doğrulttuk. Oysa ne kadar yoğun yaşanan bir süreçtir o. Belki de Semih pragmatist, aynı zamanda da gururlu bir kimlik olduğu için bir oyun oynadığını düşündüğü Gülseri daha fazla deşmek, anlamak, ona uygun bir karşı atak geliştirmek yerine, kapıları yüzüne örtüp rest çekiyor.
Günümüzün genç insanlarına bakınca narsizme varan bu kibirli duruş, kendini beğenme, burnundan kıl aldırmama duygusunun sonucu ortaya çıkan aşırı kendine güvenin, insanlarla diyaloğu nasıl kopardığını anlıyoruz. Gülser ve Semih arasında olduğu gibi, konuşarak bir iletişim kuramıyor onlar da. Sözcükler yakınlaştırmak yerine yabancılaştırıyor insanları. Yazma özürlü bir toplumdan okuma yazma özürlü topluma, oradan da okuma yazma ve konuşma ve düşünme özürlü bir topluma dönüştük. Şiddetin bunca yükselmesinin, sevgisizliğin bunca yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri de budur.

A.Ş.: Öykülerinizdeki karakterler, sürekli sorular soran ve her şeyi sorgulayan bir ruhsal yapıya sahipler; öte yandan, zayıf kişilikli, kırılgan yapılı, durmaksızın acı çeken bir özellik de taşıyorlar... Soru sorabilme, empati kurabilme, duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirebilme ve derinleştirebilmenin yolu, ‘ince’ ve ‘kırılgan’ olmaktan mı geçiyor?
Z.A.: Gelişim ve değişim bireysel, toplumsal ve evrensel ölçekte farklılıklar gösteriyor. Teknolojik değişim hızına toplumsal değişimin yetişmesi mümkün değil. Kaldı ki toplumdan topluma aynı toplumun farklı bölgelerine ve bireylerine göre de çok izafi bir durum.  Bu, bireysel ölçekte değişim ve gelişimden herkesin aynı anlamı, sonucu çıkarması da olanaksız. Bir ay ışığı manzarası karşısında farklı insanların farklı duyarlılığa kapılması kaçınılmaz.
Doğallığı ruhlarında inci tanesi gibi korumaya çalışan insanlar çoğunlukla benim başkahramanlarım. Uyumsuzluk, tutunamama da zaten bu nedenden kaynaklanıyor; sıkı dokulu duygu dünyaları, mantığın hep ötesinde incelik ve kırılganlığı getiriyor. Yani karşılıklı bir etki-tepki oluşumu bu.

A.Ş.: "Çıplak Güvercinler" öyküsünde, Selim’in babası mutfakta güvercinlerin kafasını iki parmağıyla art arda koparıp tezgâhın üstüne atarken, annesi de güvercinlerin tüylerini yoluyor ve bir yandan da şarkı söylüyor: “Enginde yavaş yavaş / Günün minesi soldu...” Sözcükler ve kavramların yerli yersiz kullanılması, değerlerimizin altüst olması mıdır bu öyküde anlatılan? Saf, duru, kirlenmemiş bir güzellik arayışı içinde olan, bulundukları ortama sık sık yabancılaşan karakterleriniz var çünkü.
Z.A.: Hayır, her şeyi yüzeysel yaşayıp içselleştirememek, içbütünlüğe sahip olamamak… Bunların temelinde kendi olamamak yatıyor elbette. Aslında müthiş bir yabancılaşma... Her şeyi tüketim anlayışına endeksleyen, postmodern dünyanın belirlediği kimliktir bu. Kendi varoluş nedeni dahil, tüketen, tüketime bağımlı insanlar. Bu ait olamama, kendi olmama anlayışı, insanları kemiriyor. Aşk'ı öcü olarak görenler, kendisine âşık olan insandan kaçanlar... Böyle bir kaçış insanın kendinden kaçmasından başka nedir ki? Şizoid kimlikler oluştu. Evet, bir bakıma marazi, hastalıklı kimlik bunlar. Giderek genel bir anlayışa dönüşüyor. Otuz yıl, kırk yıl önce böyle bir düşünce çizgisi şaşkınlıkla karşılanır, hastalık olarak değerlendirilirdi.
Bir de tam anlamıyla karşıt kimlikler düşünün bu insanların karşısında. Ben, işte bu çeşitliliği, hayatın ta kendisini yazıyorum.

A.Ş.: Bir tek an ya da bir tek olay, birbirini izleyen, iç içe geçmiş ‘an’larla sayısız çağrışımı da beraberinde getiriyor. Ancak, bir tek an var ki, o, bütün yaşamsal süreçlerimizi belirliyor ve sonsuza değin acı çekmemizin kaynağı da oluyor; sanki yaşadığımız bütün ruhsal bozuklukların nedeni ‘o an’...
Z.A.: Ayrıntılardır hayatımızı belirleyen. Zihnimizin kıvrımlarını, kat yerlerini oluşturur ayrıntılar. Kat yerleri uçurumlarımızdır, kopuş noktalarımızdır. Her şeye bizatihi damgasını basar. Asla yaşanıp bitmez. Çıkışı yoktur. Bir karadelik gibi; yaklaştıkça çekim gücünün arttığını fark ederiz. Ondan uzaklaşmaya çalışırız. Sığınak arayışımız, sezgilerle algıladığımız felaket öngürüsünden kaynaklanır.

A.Ş.: Sevgi konusunda, içsel açıdan bir ‘ikiye bölünmüşlük’ mü söz konusu olan? “Güne Batanlar” öyküsünde Mehmet’in bir yarısı annesinden kendisini günahına ortak ettiği için nefret ediyor; öteki yarısı ise ilgi ve şefkat yoksunluğu yüzünden çok seviyor. Anlık ruhsal dalgalanmaların, düşünsel gel gitlerin ve bunun neden olduğu duygusal kaosun temelinde yatan şey, sevme ve sevilme ihtiyacı mıdır?
Z.A.: Özellikle kız çocuklarının, eksikliğini duyduğu bir şeydir özgüven eksikliği. Ve bence sevgisizlikten, şefkatsizlikten beslenir. Bu eksikliğin yorup tükettiği insanlardan biri; sevmeyi bilmeyen, sevgi veremeyen bir kadın Mehmet’in annesi. Büyümemiş, reşit olmamış bir kadın. Çünkü kız çocukları hiç büyümezler, hiç reşit olmazlar. Kadının, sorumluğu sürekli başkalarının üzerine atma nedeni de bu. Daha üst düzeyde, bir hayata ulaşamayışının suçlusu olarak görüyor Mehmet'i; artık yetişkin bir kadın olduğunu yüzüne vuran ayna olarak görüyor Mehmet’i; bu yüzden daha çok nefret ediyor Mehmet’ten. Pek çok fırsatı kaçırdığını, yetersizliğini sürekli yüzüne çarpan bir kimlik çünkü Mehmet. Üstelik nefret ettiği bir geçmişin de temsilcisi. Ama öylesi bir geçmişi, Mehmet var olduğu için yaşanmadı sayma şansına sahip değil.

A.Ş.: Öyküleriniz, güçsüz, zayıf, özgüven yoksunu ve hayata tutunamamış karakterlerin dünyasından anlatılıyor. Anakarakterlerin çevresindeki kişiler, niye bu denli anlayışsız, duygusuz ve kötü kalpliler?
Z.A.: İçdünyasında güçlü, kendisiyle barışık o kadar az insan tanıdım ki. Masklar var yalnızca. Uzakdoğu’daki gibi farklı renklerde. Daha zayıf olan insanlar, daha güçlü gösteren maskı tercih ediyorlar. İnsanın en zayıf anı, en güçlü göründüğü zamandır diye düşünüyorum. Tüm savaşlar iktidar için. Onu ele geçiren öteki’ni dize getirecektir. İlişkiler böyle yürüyor. Mesela şöyle bir tuhaflık var: erkek de kadın da eşini şımartmamak peşinde. Sırf iktidarı yitirmemek kaygısıyla sürekli rol yapıyorlar birbirlerine. Yani kimse kendi olamıyor. Böyle oynayarak nasıl mutlu olabilir ki insan. Tepenizde bir iktidar odağı olsun istemiyorsanız, tek başınıza yaşamayı göze almanız gerekiyor.  Çünkü çok sade, düz insanlar, sakin hayatlar reddediliyor artık. Sürekli barış hali gibi, bir noktada sıkıcı bulmaya başlıyor insanlar. Öylesine renkli, heyecanlı, değişken, ucu şiddete açık bir dünya ki içinde yaşadığımız, insanları da kendisine benzetiyor. Teknolojinin terörize ettiği ortamlardayız her şey bir yana.  Kaldı ki, aynada sürekli kendimizle karşılaşmaya bile dayanamıyoruz. İnsanı, kendine sığınmaya zorlayan bir sistem. Ama orada, en kuytuda bir yabancıyla karşılaşıyor insan. Asıl problem de sanırım o andan itibaren başlıyor. Çünkü aslında iktidarı elinde tutan da öteki kadar güçsüz.

A.Ş.:Margherita’nın Kanatları”nda, Raphael’in tablosu ve yaşamöyküsüyle, idealize ettiği kendi aşkı arasında özdeşim kuran Gülser, aynı zamanda da eriyen mumla melek arasında, sonra da mumla kendi yaşamöyküsü arasında özdeşim kuruyor. “Her An Tektir” öyküsünde de Hande, ‘Fotoğraf makinesini bir tabanca gibi görüyor ve babasına karşı kullanıyor’... Nesnelerin öykülere, nesnelerin nesnelere, öykülerin öykülere ve öykülerin nesnelere dönüşüp iç içe geçerek birbirine karıştığı bir zamanı mı yaşıyoruz?
Z.A.: Görüyoruz ki, insanlığın ulaştığını varsaydığı uygarlık, ancak doğanın bir biçimde denetim altına alınması ve ondan azami ölçüde, onu yok etmek pahasına da olsa yararlanılması anlamına geliyor. Şey’ler biri birini belirliyor. İnsan nesneler dünyasında kimliksizleşiyor, değersizleşiyor, plastikleşiyor. Sonuçta nesnelerden biri haline geliyor. Eşyalarımız hükmediyor bize, evlerimize, hayatlarımıza.
İlkçağda insanlar mağara duvarlarına resimler çizerek yapmaya çalışıyordu bunu. Doğanın ruhunu ele geçirip otorite tesis etme ayinleri diye görüyorum mağara resimlerini. Nitekim dinsel idoller de aynı amaçla, Tanrıya ulaşabilmek, onun gücünden yararlanabilmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda Tanrıya hep çıkarcı, faydacı yaklaşmıştır insan. Tanrının yerini almak çabalarıdır bu. Sistemler, uygarlığın araçları, bugün aynı şeyi insan üzerinde yapıyor. İnsanları belli kalıplara sokarak, karikatürize ederek, üzerinde otorite kurmaya çalışıyor. Toplumun doğayı giderek incelik kazanan faydacı işlevlerine nasıl alet ettiğini, dönüştürdüğünü görüyoruz. Ancak bu yeni çevrede yaşamanın, insan bedeni üzerinde olumsuz yığınla etkileri olmuştur. Şeylerin birbirini etkilediği ortamı bir büyülü alan gibi de düşünebiliriz. Büyü odağındaki insan bedeni ve ruhu da bu yeni duruma uyum sağlayabilmek için, kendi boyutları içine sıkıştıkça sıkışır. Yaşadığı bir tür asimilasyondur.
Çevresinde yer alan her şeyi nasıl görmesi, nasıl okuması gerektiği dikte edilen insan, sonuçta kendisini, kuşatması altında olduğu sistemin motiflerinden biri haline yani öteki'nin, organizasyonun parçasına dönüşmüş buluyor.

A.Ş.: İkili ilişkilerde erkekler, kadınlar üzerinde bir erk oluşturma süreci yaratırlarken, neden kadınlar, erkeklerin kendi üzerlerinde oluşturdukları erki sağlamlaştırmanın ötesine geçemezler? ‘Mücadele’den neden hep erkekler kazançlı çıkar? Öykülerinizdeki kadınlar, ‘modern’ olsalar bile, erkeklere tapınan ve ilişkinin ‘nesne’si olmaya yazgılı kadınlar... Bu durum, kadınların tek taraflı bir içsel gerilim ve gerginlik yaşamalarına neden olmuyor mu?
Z.A.: Aslında dediğim gibi, erkek de kadın da bir büyü odağının ortasında. Ancak erkek açısından ciddi bir artı problem var. Dış dünyadan evine döndüğünde, orada silah kuşanmış, tam teçhizatlı kadınla karşılaşabiliyor. Oysa erkeğin en savunmasız olduğu, silah bıraktığı dönemdir evde geçen süre. Üstelik zaten silahları da bir ev savaşına uygun değildir. Bu, biraz da şaşkınlık yaratıyor, acemileştiriyor erkeği.
Kadınsa, karadul örümcek gibi, alanını, son derece titizlikle ayrıntılarıyla planlayıp, organize edip kendi amaçlarına uygun olarak kullanıyor.
Uzaktan bakınca, erkeğin deplasmanda olduğu süreç olarak görüyorum ben bu evde kalma süresini. Dışarda çok güçlü bir kimlik olarak görünen erkek kendi oluşturduğu, sığınak gördüğü yerde kapana kısılmış durumdadır çünkü.
Tüm nesneleri programlayan kadın, bu yanıyla bir savaşçıdır; siperini evde kazıyor. Yani kadın, evinde gerçekten iktidar odağıdır; tek taraflı silah bırakması filan söz konusu değil. Evdeki savaşı, kutsal savaş olarak sürdürüyor. Erkek öyle sanıyor olabilir.
Yani, kadın ancak bu koşullarda, dış dünyada güçlü olmak yerine evde kalmayı kabul ediyor.
Sonuç itibarıyla, bir savaş sürmekte cinsler arasında. Belki bu yüzden yaygınlaşıyor eşcinsellik böylesine hızlı bir şekilde.

A.Ş.: Kimi öykülerinizde, kadın-erkek ilişkilerinde, kadınlar, belli bir duyarlılığa sahip, kırılgan, alıngan ve duygusalken; erkekler, kuşkucu, çıkarcı, anlayışsız, kaba saba ve bencil olarak veriliyor. Kadınları ‘kullanılacak bir eşya’, bir ‘meta’ gibi gören erkekleri ‘kurt’, kadınları da ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ gibi mi görüyorsunuz?
Z.A.: Tam olarak böyle değil. Çok ince denge hesapları söz konusu. Kurtla kuzunun sürekli yer değiştirmesi gibi. Dış dünyada var olmak kurt olmayı, evde var olmaksa kırmızı başlığı giymeyi gerektirir. Bir çift de tül kanat takacaksınız, elbette. Ama bu sonuç doğrudan erkeklerin tercihi elbette. Bir bakıma kadınlar daha gerçekçi. Öyle olmak zorundalar; zirveleri paylaşabilmek şansını elde edebilmek için nasıl bir yol haritası izlemek zorunda olduğunu iyi hesaplamalı bir kadın. Doğduğundan beri zirvede yaşayan kişinin belki de hiç bilemeyeceği çıkış yolunu ancak oraya çıkmayı planlayan kişi görebilir. Dağın eteğindeki dağcının ne kadar tırmandığını, gözlerini yıldızlara dikmiş zirvedeki egemen, kolay kolay anlayamaz. Ta ki yeni Fatih, burnunun dibine gelinceye kadar. Kadın da, benzetme yerindeyse, kuralları görüyor ve ona uygun oynuyor. Uyum sağlamış görünüyor koşullara. Piyasanın hitap ettiği müşteri kitlesinin büyük ölçüde kadınlar olması boşuna değil. En fazla göğüs, karın estetiği yaptıranların ev kadınları, özellikle de türbanlı kadınlar olmasının da bir anlamı var elbette. İş kadınlarıysa erkek egemen dünyada başarılı olmanın formülünü erkeksileşmekte buluyorlar. Ve bu seçim, kabasaba, bencil, kuşkucu, anlayışsız olmaya doğru götürüyor onları. Yavaş yavaş uzuyor kulakları, burunları, keskinleşiyor gözleri, pençeleri gelişiyor.

A.Ş.: Yukarıdaki soru ve sorunlarla zihnimizin bu denli iğdiş edildiği bir çağdan, şehvet ve erotizmin de payını almaması elbette ki düşünülemez. Bu yüzden mi, öykülerinizde şehvet ve erotizm, ‘sakat’ ve ‘hastalıklı’ bir şeymiş gibi çıkıyor karşımıza?
Z.A.: Erotizmi hastalıklı bir durum olarak göstermek değil amacım. Onu bütün bileşenlerinden ayırıp tek başına ele alarak çirkinleştiren bir anlayış giderek egemen oluyor ilişkilere. Cinselliği bir iktidar sorunsalına indirgeyip tüketiyor insanlar böylelikle. Romantizmi çağdışı bulan, vefa, bağlılık gibi kalıcı duyguları hastalıklı olarak değerlendiren ve kendini hep merkez görerek, olayı değerlendiren bir anlayışa karşıyım. Cinselliği iktidarı ele geçirme aracı olarak değerlendiren tüm yaklaşımları reddediyorum. Bu, insanın zavallılığından başka bir şey değil. Bir çemberin merkezi olmak fikrine de karşıyım elbette. Kadın ve erkeğin ayrı merkezler kurması, ama ortak alanlar oluşturabilmesidir aslolan. Genellemelerden hoşlanmamama karşın, İnsan insanın kurdudur sözünü çok severim. Düşünebiliyor musunuz aynı merkeze çakılıp kalmış iki insanın trajik geleceğini? Hem zaten  kopuk, bir fanusun içine hapsedilmiş izole ilişkiler, asla paylaşımdan yana değildir.
“Bir insanı sevmekle başlar her şey” derken kastedilen, tasavvuftaki gibi, bir insanda bütün bir insanlığı, hallerini sevebilmek, kabul edebilmektir. Böyle bakılmayınca da mutsuzluk, doyumsuzluk, durmaksızın yeni partner arayışlarıyla heder olan duygular, duyarlıklar; yani heder olan bütün bir insanlık halleri. Aşkı öcü gibi gören çok kişi tanıyorum. Bunların çoğunun da genç kuşaktan olması mide bulandırıcı elbette. Sırf bencil çıkar ilişkilerinin hâkim olduğu güdüsel birleşmelerin insani olmadığını söylemek istiyorum ben.


Bu söyleşi, Cumba İstanbul’un Şubat 2006 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder