Cellatlar ve Soytarılar’dan...
TANRI’NIN ÖLÜMÜ!
Ve kandiller söner; Lübnanlı çocuklar ölür.
Göstermelik bir Fuad Sinyora hükümeti, Kana katliamı sonrası kameralar karşısına geçip çaresizlik içinde, ağlaya ağlaya demeçler verir.
Ve kandiller söner;
kaburga kemikleri açlıktan dışarı fırlamış küçücük bir kız çocuğu yerlerde can çekişirken, yanı başında bir akbaba ve bir fotoğrafçı belirir;
o fotoğrafçı, o anda, bugüne dek görüp görebileceği en çarpıcı kareyi yakaladığını düşünür;
açlıktan can çekişmekte olan kız çocuğu ile onun ölümünü bekleyen akbabayı aynı kare içine alıverir;
ve bir kilometre ötedeki Birleşmiş Milletler Yemek Kampı’na sürüne sürüne ulaşmaya çalışan Sudanlı kız çocuğunu kucaklayıp kampa götürmek yerine, çektiği fotoğrafı haber ajanslarına yetiştirebilmek için hızla aradan çekilir.
Ve kandiller söner; Tanrı’yla aramızdaki mesafe derinleşir.
Dünyanın her yerinde savaş mağduru çocuklar için, yaraları sarmak adına resim sergileri açılıp konserler düzenlenir; bağışlar yapılıp vicdanlar tazelenir ve acıma duyguları harekete geçirilir; çünkü Tanrı’yla arasına upuzun, sarsılmaz-devasa köprüler kuran sevgisiz yürekler kan ve gözyaşıyla beslenir;
ve şiddet, ölüm ve yoksulluk, her dönem, her zaman gerekçelendirilir; ‘Hamas ya da Hizbullah’ denilir, ‘Taliban ya da El Kaide’ denilir, ‘bölgesel güç’, ‘terörist saldırılar’, ‘vaadedilmiş topraklar’ denilir; Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına girilir ve masum iki bin kişi öldürülür;
ve rahleler konulur, Kur’an’lar açılır; dünyanın her yerinde savaş ve açlıktan ölenler, sakat kalanlar için dualar edilir;
oysa dünyanın her yerinde çocuklar, şiddetle terbiye edilir, en küçük bir yaramazlıkta bile anne-babaları tarafından öldüresiye dövülür *;
ve zihin gitgide bulanıklaşır ve gitgide bulanıklaşır ve gitgide bulanıklaşır;
ve Tanrı’yla aramızdaki mesafe büyür.
İsrail bombalarına hedef olan Beyrutlu bebekler için üzülünür, ama Hizbullah füzeleriyle vurulan İsrailli minicik yürekler görmezden gelinilir;
ve rahleler üzerinde Kur’an’lar okunur, dualar edilir;
29 Temmuz 2006'da Sur kentinde doğup ‘gelecek güzel günleri vaat etsin’ diye adı Vaad konulan, savaşın orta yerinden Beyrut’a ve Kana’ya kaçırılan ve Kana katliamına yakalanıp 7 Ağustos 2006’da anne kucağında ölen ve sadece on gün yaşayabilen o güzel bebek için dualar edilir;
ve masum bütün bebekler için günübirlik, gösterişli kampanyalar düzenlenir; yoksulların utancını paylaşmaktansa, zenginlerin merhameti tercih edilir.
Ve ezanlar susar; dünya üzerinde 3 milyar nüfusa sahip 2 milyon çocuk, son on yılın savaşlarında ölür.
1 milyondan fazlası ailesini yitirir, 6 milyonu sakat kalır, 10 milyonu ruhsal travma geçirir;
200 milyonu mutlak yoksulluk düzeyinin altındadır ve 332 milyonu legal ağır işlerde çalıştırılır;
ve çocuklar, 85’ten fazla ülkede askere alınır, 300 bini hükümetler ya da gerillalar için silah kullanır.
Ve ABD’nin Körfez Savaşı’nda kullandığı uranyum yüklü bombalar nedeniyle Irak’ta o günden bugüne ‘doğuştan şekil bozukluğu’ vakalarına rastlanılır; savaş sonrası uygulanan 12 yıllık ambargonun faturası, yine 500 bin Iraklı çocuğun ölümüyle karşılanır. **
Ve ezanlar susar, rahleler devrilir.
Acınmakla yakınmak arasında geçer ömrümüz; ve rahleler koyar, Kur’an’lar açar, dualar ederiz. ***
Savaş uçakları kentlerin üzerinden geçerken, silahlar patlarken ve bombalar düşerken binaların üzerine, yıkılan evler ve yakılan köylerimizden Tanrıyla aramıza, acılı gözlerimizden akan damlalardan oluşmuş okyanuslar koyarız; ve üzerine, betonlardan, çeliklerden, korkulardan ve kuşkulardan yapılmış köprüler kurarız; kan ve gözyaşından hissemize düşecek payeler ararız;
ve belki de yaşamımız boyunca hiç karşımıza çıkmayan, bugüne dek görüp görebileceğimiz o en çarpıcı kareyi yakalarız;
ama, o fotoğrafı çektikten sonra Sudan’daki büyük dramı başka ülkelere duyurabilmek için hızla oradan uzaklaşan, fotoğrafı New York Times’ta yayımlanan, Pulitzer Ödülü alan ve çektiği o kare sayesinde tüm dünyanın para ve yiyecek yardımı yapmasına sebep olan, ama Sudanlı o küçük kız çocuğunu akbabayla baş başa bırakıp kaderine terk eden Kevin Carter gibi mi davranırız;
yoksa, Amerikalı doktorların bulaşıcı hastalıklar konusunda uyardığı gazeteciler ve fotoğrafçılar gibi davranmayıp, bir an için bile tereddüt etmeden, hastalık kapma düşüncesini aklımıza bile getirmeden, fotoğraf sanatının büyüleyiciliğine aldırmadan, yanı başında ölümünü bekleyen akbabayı kovalar ve o küçük kız çocuğunu kucaklayıp Birleşmiş Milletler Yemek Kampı’na mı götürürüz;
yoksa bizi suçlayanlara karşı, kendimizi savunmak için, “Profesyonel fotoğrafçıyım, yardım görevlisi değil!” diyen Kevin Carter gibi, üç ay sonra depresyona girip, ‘ölmek üzere olan çocuklar peşimi bırakmıyor’ diye ardımızda bir not bırakıp intihar mı ederiz?
Ve ezanlar susar, Kur’an’lar düşer, rahleler devrilir;
Beyrut’ta kardeşlerimiz ölür, Kosova’da çocuklarımız travma geçirir;
ve Sudan’da açlıktan kaburga kemikleri yerinden fırlamış küçücük bir kız çocuğu can çekişir;
minicik bir melek, akbabayla baş başa bırakılıp kaderine terk edilir;
ve Tanrı kendini öldürür.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
* “Dünya üzerinde her iki çocuktan birine şiddet uygulanmaktadır, en yaygın yöntem ise dayaktır.”
Çocuk Vakfı'nın "Risk Altındaki Dünya Çocukları Raporu", İnsan Hakları Derneği haberi, 2002.
** “94'te 11, 2000'de 221, 2001'de 260 bebekte şekil bozukluğu vakalarına rastlanmıştır.”
Amerikalı yazar Timothy Appleby’nin The Globe and Mail adlı gazetenin internet sitesinde 13 Mart 2002 tarihinde yayımlanan “Iraklı Doktorlar Çocuk Ölümlerinden ABD’yi Sorumlu Tutuyor” başlıklı yazısı.
*** Nietzsche'ye göre ‘acıma duygusu’ nihilizmin temel argümanlarından biridir, yaşamı olumsuzlayan ve ruhsal çöküntüye neden olan bu argüman sayesindedir ki, Tanrı hiçleştirilir, ‘hiçlik sistemi Tanrısallaştırılır’.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder