Cellatlar ve Soytarılar’dan...
GÜN’E VE KÜL’E
Gün’e
Sonra kendime, kelimelerimden bir ‘sen’ yarattım; ve sana, esmer bakışlar, şefkatli sarılışlar, çocuksu utanışlar kattım.
Kelimelerimden kendime bir ‘sen’ yarattım ve ‘sen’den manasız kıskanışlar, arzulu uyanışlar, isteksiz ayrılışlar yaptım.
Ve kelimelerimin arasına, senin kelimelerini kattım.
Sonra kendi kelimelerimle yarattığım ‘sen’den, senin kelimelerinden, sancılı ve ağrılı bir aşk yaptım; yani ‘sen’den ve senin kelimelerinden kendime, tutkulu bir dünya yaptım; ve kendi kelimelerimden sana virane, tahta köprüler uzattım.
Ve senin kelimelerin arasına, kendi kelimelerimi bıraktım; ıslak dokunuşlar, nemli okşayışlar ve melankolik bekleyişler kattım, buruk öpüşler ve tatlı ürperişler bıraktım.
Sonra kendi kelimelerimle yarattığım ‘sen’den ve senin kelimelerinden, ölçüsüz çıkışlar, anlık çekilişler ve anlamsız terk edilişler yaptım.
Ve ‘sen’den bana, senin kelimelerinden kurulmuş, altında dipsiz uçurumlar büyüten yıkık köprüler uzattım.
Şimdi ‘sen’ gidiyormuşsun.
Umurumda mı sanıyorsun.
Nasıl olsa bana ‘kelimeleri’ni bıraktın.
Gül’e
Arz'ın uçlarına çekildim ve hiçliği gördüm.
Herkesin çekip gittiği ve her şeyin bittiği yer burası.
Sordum Vaize: Âlemlerin Rabbi görmez mi beni?
Sordum: Âlemlerin Rabbi hiç işitmez mi?
“Yok,” dedi, “boşuna arama! Güneşin ardında yeni bir şey yok!”
“Yok,” dedi Vaiz, “bu kentte ruhuna dokunabilecek hiçbir şey ve hiç kimse yok!”
Arz’ın uçlarına çekildim... ve onu gördüm.
Ve anladım:
Meğer gül içinmiş bunca telaş... Gül içinmiş, gülün küle yakınlığı... Gül içinmiş meğer güle sebep ağrılar... Gül içinmiş, ruhumu çırılçıplak soyup Arz’ın uçlarından Arş'ın merkezine doğru yükselten zaman... Gül içinmiş bunca bekleyiş, bunca serzeniş...
Anladım:
Gül içinmiş, gülün güle uzaklığı...
Gece’ye
Seslerin ve kelimelerin arkadaşlığı bu.
Kelimelerin sesleri etkilediği, seslerin kelimeleri heyecanlandırdığı bir arkadaşlık.
Sesin kelimeye, “Çok yalnızım,” dediği; kelimenin sese, “Uzaklığımız bir cümlenin içindeki kelimelerin birbirine uzaklığı kadar,” diye yanıt verdiği bir arkadaşlık.
Seslerin ve kelimelerin her karşılaşmasında önce kendilerinden başladıkları, ama hangisinin hangisi olduğunu bilmedikleri upuzun bir cümle gibi; hep incitilmiş ve incitilme ihtimalini sürekli kalbinde saklı tutan mutsuz insanlar gibi; tedirgin...
Sesin kelimeye, “Masalın aslı budur,” dediği...
Kelimenin sese, “Hikâyenin aslı sensin,” dediği...
Ve Kül’e
Şimdi sana bir üçüncü kapı açıyorum:
Çünkü bazılarının tutkuları hep yarım kalır ve bazılarının öyküleri hep yarımdır. Çünkü bazı insanlar endişelerinin kurbanı olur, bazılarının bütün bir yaşamı kuşkular üzerine kuruludur.
Şimdi sana bir üçüncü kapı açıyorum:
Bilindik dünyaların durağanlığından uzak; tanımsız-devingen hayatlara açılıyor o kapı. Birbirine dokunmayan vakitlere, utanç ve pişmanlığı ağır bir zincir gibi sürüklemek zorunda kalmayacağın zamanlara açılıyor. Edinilmemiş, acemi rollere; ayarlanmamış, şaşkın saatlere...
Şimdi bir üçüncü kapı açıyorum sana; ve hayata:
Mimiklerin ve jestlerin, bakışların ve gülüşlerin sahiciliğiyle örülmüş anları gölgeleyen sözcükler yok orada. İmaların, ironilerin ya da kinayelerin hükmü yok.
O kapının ardında sen varsın... Senin yalnızlığın... Ve birbirinin yalnızlığına tutunmaya çalışan başkaları...
Şimdi sen bu satırları birleştirdiğinde, ortaya edebî bir metin çıktığını sanacaksın; ve sana bir üçüncü kapı açtığımı belki hiç anlamayacaksın...
Ama o kapıdan geçecek olan sensin; ardında seni bekleyen bir başka senle, kendinle buluşmak için... Kendine dokunmak için...
Şimdi bir üçüncü kapı açıyorum sana:
Sadece sana...
Ve hayata...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder