31 Mart 2017 Cuma

Şeylerin dayanılmaz varlığı

Evimizi fareler bastı. Salondan mutfağa, odadan odaya cirit atıyorlar. Sadece geceleri ve insanların olmadığı saatlerde ortaya çıkacağını sandığımız bu küçük varlıklar, güpegündüz ve herkesin olduğu anlarda, sanki bizlerden biriymişçesine aniden önümüzde beliriyor ve hızlıca dolap altlarına kaçıveriyor.
Evin her yerine peynir büyüklüğünde pembemsi zehirler koyduk: koltukların köşesine, yatak altlarına, portmantonun arkasına, mutfak dolaplarının bazı yerlerine... Kapı altlarındaki boşluğu da akşamları yatmadan önce kirli havlularla iyice sıkıştırıyoruz ki ertesi güne bir kâbusla uyanmayalım. Çünkü haklarında bazı bilgilere sahibiz: Kuyruğunun geçebildiği her yerden geçerler, tifüs ve veba gibi bazı hastalıkları taşırlar, uyuduğunuz esnada siz farkında bile olmadan burnunuzu ya da kulağınızı kemirebilirler.
Yaşadığımız ev çok ilginç; aralarında 100 metrelik bir mesafe bulunan, birbirine paralel alt alta iki sokağın, patika gibi yürüyüş yoluyla inilen noktasına kurulmuş.
Üç yanından koca koca apartmanların yükseldiği iki katlı müstakil bir ev.
Sanki büyük binaların arasına gizlenmiş izlenimi uyandırıyor insanda.
Ve çıt çıkmıyor burada; ne araba sesi, ne çocuk gürültüsü. Buradan, dedim, kendi kendime, dünyayı anlatabilirim herkese.
Ama farelerle başımız dertte. Tedirginiz. Her an, her dakika salonu, odaları, mutfağı kontrol ediyoruz, gözlerimiz sürekli duvar diplerinde. Birkaç gün ortada gözükmediklerinde, “Tamam,” diyoruz, “zehirleri yediler ve girdikleri delikten çıkıp dışarıda öldüler.”
Onları bir daha görmemeyi diliyoruz, midemiz bulanıyor, tiksiniyoruz. Çünkü burası bizim evimiz ve tanımadığımız varlıklarla aynı alanı paylaşmak istemiyoruz. Belki biz taşınmadan önce de burada vardılar ama bu evin gerçek sahipleri biziz, belki sadece gözümüze gözükmedikleri sürece birlikte yaşayabiliriz.
Tam ‘unuttuk’ dediğimiz anda, hayatımızda hiç yer etmeyecek korkuları yeniden gündeme getirir gibi birdenbire karşımıza dikilmeleri hakikaten insanı çileden çıkarıyor.
Diyorum ki: “Ben bu küçük yaratığı tam önümden geçerken ayağımla ezebilir miyim?” Hiç sanmıyorum. Ona zarar verecek olma düşüncesinin benliğimde yarattığı tahribat o kadar büyük ki, geçen yıl taşrada bir yaban domuzunu taş ve sopalarla öldürüp sonra hatıra fotoğrafı çektiren o kitleyle aramda en ufak bir bağ yok, diyorum, kendi kendime.
Mutfak penceresinden görünen büyük binaların taş ve moloz yığınlarına bakarak, askerde görev yaptığım taburda bir ay boyunca pusu tepesindeki mevzileri mesken tutmuş fareleri hatırlıyorum.
Pusu tepesi şöyle bir yerdi: Dağın zirvesinde taburun güvenliğini sağlamak için toprağın altına kazılan ve etrafına doğadaki taşların yığışımıyla oluşturulan mevziler... Ve o mevzilerde fareler cirit atardı.
Hele yılın belli aylarında, aşırı soğukların olduğu zamanlarda hepsi mevzilere doluşurdu. Üç kişi içine girerek, bütün gece orada beklerdik. Nöbet değişimi olup da uyuduğumuz anlardaysa ellerimize eldivenleri takıp, yüzümüze kar maskesini geçirip boğazımıza kadar çekerdik ki, açıkta kalan hiçbir yerimiz olmasın da oramızı buramızı kemirmesinler. Ve onlar, buz gibi bir gecenin içinden hızlı tıkırtılarla geçerken, midemizde bir ekşime kokusuyla sanki çömez askerlere sesleniyormuş gibi bağırırdık: “Kesin lan sesinizi, ibneler!”
İlaçlama firmasını çağırdık, her yeri ilaçlattık; kirli havlularla kapı altlarını sıkıştırıyoruz her gece. Kendimizi bu iğrenç, kemiksiz varlıklar yüzünden küçücük odalara kapattık.
Etrafındaki taş ve beton binaların ağırlığı altında ezilen bu evden ben, insanlara dışarıdaki bu tuhaf karmaşayı anlatabilirim, diyorum yine de: yoksul işçileri, kadın cinayetlerini, istismar edilen çocukları, haksızlığa uğrayanları...
Bütün bu sessizlik ve fare tıkırtıları arasında...

28 Mayıs 2014 Çarşamba

'Tılsım' - 'Charm'

http://www.rodemic.com/myrodereel/watch/436
'Tılsım - Charm' isimli kısa filmiyle uluslararası My RODE Reel 2014 Kısa Film Yarışması'na katılan arkadaşımız Gülten Ağrıtmış, ön elemeyi geçti... Kendisi Türkiye'yi temsil eden tek yönetmen... Aşağıdaki linke tıklayıp siteye girdiğinizde 'like' ('beğen') butonuna basarsanız, hem desteklemiş olursunuz, hem de birinci olmasını sağlarsınız... Şu an birinciyle arasında 600 'beğeni' farkı var...

http://www.rodemic.com/myrodereel/watch/436

2 Ekim 2013 Çarşamba

İnsanın Üşüdüğü Yer

Cevat Turan'ın kesintisiz öyküleri için derkenar:

İNSANIN ÜŞÜDÜĞÜ YER

2009 yılında Komşu Yayınları'ndan çıkan İnsanın Üşüdüğü Yer, Cevat Turan'ın ilk öykü kitabı. Öncesinde Usuldan Bir Hüzün (Çivi Yazıları) ve Gözlerine Sakla Beni (Günizi Yayıncılık) adlı iki şiir kitabı yayımlayan yazar, üçüncü kitabı İnsanın Üşüdüğü Yer'de bize, 8 öykü anlatıyor. Otobiyografik özellikler taşıması ve 80-90 yıllarını kapsaması hasebiyle bu öykülere bir çeşit 'dönem öyküleri' diyebilir miyiz bilmiyorum ama, dönemin ağır çalışma koşullarından devrimci karakterlerine, yoksulluk olgusundan birlikte hareket etme duygusuna kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını ve 'insan-merkezli' bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, ne idealize edilmiş bir toplum, ne de salt didaktik/ajitatif bir söyleme yaslanmış devrimci karakterler görülebilir öykülerde; toplumsal dokuya ilişkin bütün ayrıntılar insana özgü korkularla verilirken, kaçınılmaz olarak karanlık ve kasvetli bir atmosfer oluşturulur okuyucunun çevresinde.

SOSYAL YAŞAMIN İŞKENCESİ

Kitabın ilk öyküsü olan "Sadece Ben Gördüm, Siz Uyuyordunuz", 'yavaş yavaş esen rüzgârın, ağaçların ölü yapraklarını boş ve sessiz sokaklara savurduğu' bir sonbahar gecesiyle açılmaktadır sözgelimi.
Yoksul ve devrimci bir karakter olan ben-anlatıcı, içinde yaşadığı kentin insanları gibi yalnız ve mutsuzdur. Bir memur kentidir bu kent; sanki 'herkes yorgun, omuzları düşük bir şekilde, bir gürültü yumağı gibi geçip gitmektedir' anlatıcının önünden (s. 9). "İnsanların yüzleri yarı karanlık ve korku içinde[dir]" ve onların mutsuzluğu, anlatıcıya 'yalnız olmadığını düşündürten bir bencillik duygusu verecektir' (s. 10).
Sabahın ilk ışıklarını bile görmeden dere kenarındaki uçurum kıyısına kurulmuş tek göz odalı gecekondusundan çıkıp geç saatlere kadar çalışan karakterin, akşamları iş dönüşü karşılaştığı birisi vardır: Bir bankın üzerine kıvrılmış, sokaklarda yaşayan sakallı ve kirli bir adamdır bu. Metnin küçük bir yerinde, anlatının alelade bir parçasıymış gibi gösterilen bu durum, aslında öykünün arakesitidir; çünkü devrimci karakterin, insanlara ve hayata yönelik çelişkili bakış açısını sorgulamasına neden olacak, öykünün finali bakımından da ayırt edici bir nitelik taşıyacaktır: Kendisinin aksine, yalnızlığını ve yoksulluğunu saklamadan yaşayabilme cesareti gösterdiği için saygı beslediği ve varlığını duyumsasın diye ayakucuna oturduğu bu adamın, bir sonraki aşamada -siyasi şubede- karşısına işkencecisi olarak çıkması, yaşamdaki rastlantısallıktan ziyade metaforik bir düzleme işaret edecektir. Ruhsal bir eziyete dönüşmüş yalnızlık, mutsuzluk ve yoksulluk halinden başka bir duruma, gerçek bir işkenceciye duyulan yakınlığa ve fiziksel şiddete doğru çekilmenin döngüsü olarak okunabilecek bu düzlem, zaman zaman diğer öykülerde de gösterecektir kendisini.


DEVİNGEN SONBAHAR / KIŞ ÖYKÜLERİ

Cevat Turan'ın öykülerinde, mevsimlerin sıklıkla sonbahar ve kış olması, kitabın adının neden İnsanın Üşüdüğü Yer olduğu konusunda okuyucuda yanlış bir intiba uyandırmamalıdır; çünkü 'insanın üşüdüğü yerin neresi olabileceği' sorusu, öykülere derinlemesine bakabilen bir okuyucuyu, kötü yaşam koşullarının fon olarak kullanıldığı 'insanlık durumları'yla vücut bulan şu sözcüklere doğru sürükleyecektir: yoksulluk, yalnızlık, mutsuzluk, sevgisizlik, ölüm, hayal kırıklığı, gelecek korkusu, ilişkilerin yüzeyselliği, belirsizlik vb... 'İnsanın üşüdüğü yer', tam da burasıdır işte.
Anlatının köy-kasaba-kent üçgeninde ve olay-kesit/durum öykücülüğüyle iç içe geçerek kurulması, salt gereçlerin yerli yerinde kullanılması bakımından değil, aynı zamanda anlatının devamlılığı açısından da önemli bir unsurdur. Kitaptaki öyküleri okurken, zaman zaman tek bir öyküyü mü, yoksa kimi öykülerin farklı boyutlarını mı okuduğunuz şüphesine kapılabilirsiniz çünkü.
Sözgelimi, dere kenarındaki tek odalı, penceresi gazete kâğıtlarıyla kaplı, tahta kapılı evde kalan genç devrimcinin ("Sadece Ben Gördüm, Siz Uyuyordunuz"), bir başka öyküdeki evi yine tek odalıdır ("Umut Hep Vardı"), ama bu kez dere kenarında değil mahalle mezarlığının yanı başındadır ve penceresi naylonla kaplıdır, annesinin yünden diktiği yer yatağı da sünger yatağa dönüşmüştür. Ya da, "Umut Hep Vardı" öyküsünde, kiremit ocaklarında çalışmaya başlayan genç devrimci, bir başka öyküde ("Güneş Hiç Isıtmadı ki"), kiremit fabrikalarında çalışan genç işçi temsilcisi olarak çıkar karşımıza; yine yaşlı bir annesi ve sakat bir ablası vardır, yine yoksuldur ve yine mücadele azmiyle doludur.
Öykülerdeki konusal geçişkenlik ve tematik ortaklıkla yakalanan bu anlatı şekli, bir kesintisizlik/süreklilik duygusuna neden oluyor haliyle; ve öykülerin dönemsel ve yer yer otobiyografik özellikler taşıdığını düşündürtüyor okuyucuya.
Belki de yazar, kitabın açılış öyküsünde kahramanına söylettiği şu cümleyle, sonraki kimi metinlerin habercisi olacak, öyküler arası geçişkenliğe vurgu yapacaktır: "Uyuyakalmıştım oturduğum yerde. Ne kadar zaman uyumuştum, sabah mı olmuştu, yoksa hâlâ aynı gecenin devamında mıydım, anlayamıyordum!"

YOKSULLAR, DEVRİMCİLER VE BİR DÖNEMİN SONU

Cevat Turan'ın İnsanın Üşüdüğü Yer'de anlattığı yoksulluk durumu, teknolojik gelişmenin zirveye çıktığı günümüzden oldukça farklıdır, temel gereksinimleri için çalışmak zorunda kalan insanlar vardır bu öykülerde; üstleri başlarındaki kılık kıyafetlerin yırtık pırtık ve yamalarla kaplı oluşu yoksulluğun derecesi hakkında fikir edinmemizi sağlayacaktır.
Devrimci karakterler ise, kitaplar arasında, sanata ve şiire ilgi duyan, en yakın arkadaşları ya da yoldaşları tarafından hep yarı yolda bırakılan, toplumsal yaşama ilişkin çelişkili düşünceler taşıyan tiplerdir. Sosyalist ideolojiye sahip, 'düzeni değiştirme' iddiasındaki bu tiplerin -pek az karşılaştığımız- kimi 'sloganik söylemleri'nin öykülerin bütünlüğünü zedelemeden -mesaj kaygısından azade- yenilgiyle nihayete ermesi, Cevat Turan'ın en büyük başarısı sanırım.
Çünkü bir dönem, yenilgiyle kapanacaktı ve öyle de oldu. Ama yazarın bir öykü başlığına gönderme yaparak söyleyecek olursak, insana dair 'umut hep vardı'...

Varlık dergisi, Eylül 2013

21 Eylül 2012 Cuma

Yalnızlık Sapması

“Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yuhanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar)

Türkçe şiirin günümüzün en büyük temsilcilerinden biri sayılan -ve o gün için hayatta olmayan- bir şairin eşini aramıştım telefonla bir vakitler. Kendisini, Salâh Birsel’in 1. ölüm yıldönümüne ilişkin gerçekleştireceğimiz bir etkinliğe konuşmacı olarak davet edecektim. Ama o bana, üç gün önce ölen kedisini anlatmaya başladı, “Kendimi çok kötü hissediyorum,” dedi, “üç gündür evin içinde dört dönüyorum.”
Bu durum, başka bir şairin ‘yalnızlık paylaşılmaz/ paylaşılsa yalnızlık olmaz’ deyişine pek benzemiyordu. Belli ki, Aydınlanmacı düşün-sanat insanlarının tercih ettiği türden bir yalnızlık değildi onunkisi. Ne Meursault’nun yalnızlığına, ne Franny ve Zooey’in yalnızlığına, ne de Zebercet’in yalnızlığına benziyordu onun yalnızlığı…
Bu olaydan yedi sene sonra, yaşayan şairlerimiz arasında -bugün bile- en iyilerden biri olarak kabul edilen bir başka şairin evinde söyleşi yaparken, tıpkı o da diğer kadın gibi, ‘bir yıl önce kedisini kaybettiğini’ söylemişti bana, o kadar üzülmüştü ki, “Bir daha eve kedi almayacağım!” demişti.
Bu muydu yalnızlık denilen şey? Kişinin bile-isteye ‘çarmıhını sırtında taşır gibi taşıdığı’ bir şey değil de, bir çeşit yazgı hali miydi? Topluma ve dünyaya yabancılaşan kent insanının, kendisini -benliğini de içerecek şekilde- türdeşlerinden yalıtarak, kimsesizliğini ‘dilsiz varlıklar’a yöneltme isteği miydi? Belki bir ölçüde böyleydi. Ama Franny gibi ‘kendi sesini bile duymaya tahammül edemediği’ için bir yandan insanlarla arasındaki mesafeyi açarken, öte yandan ‘tedavi’yi yine onlarda arayarak kapatmaya çalışanların da gerçekte bize o kişinin ne denli şaşmaz bir biçimde kelimeler dünyasına doğru kronik bir ‘geçiş’ yaptığına işaret ediyordu bu durum.
Kelimelerle ağlayıp kelimelerle gülenlerin, kelimelerle üzülüp kelimelerle sevinenlerin ruhani ortaklığı da bir ömür boyu kaçınılmaz olarak ‘ikizi’ni aramakla geçiyor, birbirlerini bile kelimeler üzerinden tanımaya ve anlamaya çalışıyorlardı. Konuşmakla susmak arasındaki denge bir türlü kurulamıyor, aynı eğilimlerin bıkkınlık verici arzulanan aynılığı zamanla mutlak bir kayıtsızlığa dönüşüyor, herkes bir diğerini biçimlendirmeye çalışıyor, aslında kimse kimseyi beğenmediği içindir ki karşısındakinin zekâsından sürekli olarak şüphe duyuluyor ve sonra herkes yine kendi makûs talihiyle baş başa kalıyordu.
Aynı kitaplar okunup aynı filmler izlense de, aynı türküler söylenip aynı mekânlar gezilse de, tıpkı bireyler gibi toplum da kategorik olarak algılandığından, sadece evren, ölüm, yaşam gibi temel kavramlar değil, çocukluk, yaşlılık, yalnızlık, mutsuzluk gibi insanlık halleri de kelimeler üzerinden okunuyordu. Saplantılı bir şekilde kendisini her fırsatta talihsiz addeden modern bireyin dikenli teller ile çevresine çektiği mutsuzluk halesi, ilk anda onu diğer insanlardan ayrıcalıklı kılıyormuş gibi gözükse de, yalnızlığını önleyemiyordu.
Yusuf Atılgan’ın, ‘gerçek sanatçının yalnız bırakıldığı için uğraşan değil, uğraştığı için yalnız kalan olduğu’ önermesini ‘sanat/sanatçı’ düzleminden çıkarıp tersine çevirdiğimizde de aynı tabloyla karşılaşıyorduk. Çünkü yalnızlık, kişinin tercih ettiği bir şey değil, maruz bırakıldığı bir şeydi. Bilinçli bir seçimin ürünü sayılabilecek toplum ve insanlararası ilişkilere yönelik bütün davranışsal öğelerse, kültürel mirasın en küçük birimi olan kelimelerle kurulan saçma sapan bağlaşıklardı.
Kara Kitap’ın girişine konulan epigrafı hatırlıyor musunuz? Ne diyordu orada: “Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrârı öldürür.”
İronik olmaktan çok, okuyucuyu bambaşka bir kurmaca düzleme çağıran Pamuk, Kara Kitap’ta kendine özgü esrarlı bir atmosfer oluşturarak, epigrafta vurguyu ‘esrar’a değil, ‘kurmaca’ya yapıyordu.
Metinle gerçeklik arasına mesafe koyamayan okuyucular gibi, yalnızlığıyla varoluşu arasına mesafe koyamayanlar da yalnızlığa mahkûm edilmiş bireylerden ziyade, belki de küçük birer tanrıcığa dönüşmüş, kişisel serüvenlerine tapınan ve her an için yalnızlıkla ilgili cümlelere dönüşecek olan basit birer kelimeden ibarettir.
Werther, Meursault, Franny ya da Zebercet mi?
Belki onlar da sadece kelimedir.

Ölümü Düşlemek

Küçük yaşlarda keşfettiğimiz ve sonraki yıllarda anlaşılmaz bir biçimde bağlanacağımız o hastalıklı duygunun sadece bize özgü bir şey olmadığını bilseydik sanırım hiç bağlanmazdık. En yakınımızdakilerden başlayarak, başkalarının ölümünü düşlediğimiz bir oyundu bu. Bir avuç insanla gözyaşları içersinde cenaze namazı kılışımızdan tabutu omuzlayışımıza; kefenin çukura konulup sıralı, çapraz tahtalar üzerine kürek kürek toprak atışımızdan ‘onsuz’ geçecek sonraki yaşantımızın nasıl devam edeceğine kadar birlikte kurduğumuz, bencillikle örülmüş bir yığın çirkin hayalden oluşan bir oyun.
Bencilceydi; çünkü böyle bir şeyin hayalini kurmak bile bizleri her defasında ağlatmaya yetiyordu.
Ve çok çirkindi; çünkü varlığımız, bir tek, yanı başımızdakilerin ölümüyle anlam kazanabiliyordu.
Yakınlık-uzaklık derecesine göre duygusal sarsıntılarımızın derecesi de farklılık gösteriyordu doğal olarak; eğer ölümünü düşlediğimiz kişi, uzak akrabalar gibi varlığımıza en küçük bir katkı sağlamayacak biriyse, bu durum bize, utançla karışık bir rahatlama hissi de veriyordu.

Ama çok geçmeden sıralamanın yanlış olduğunu öğrendik: Kederle sevinç arasında gidip gelmekle yetinemeyecek her insan gibi zamanla bu zihinsel oyunun salt başkaları üzerinden değil, bir tek kendi varlığımız üzerinden oynanabileceğini anladık; çünkü büyümüştük. Ve kendi ölümümüzü düşlemeye başladık.
Öncelik sırası kimdeydi: bizde mi, sevdiklerimizde mi?
Öncelik sırasını dışımızdakilere verişimizin kaygı dolu ve bir dizi karşıtlık içeren ‘korunaksız’ sarmal yapısından kendi varlığımızın melankolik-histerik duvarlarına çarparak geçiş yapmak hem daha güvenliydi, hem de önceki eksiklik duygusunu ortadan kaldıran bir çeşit ‘tamamlanma’ haliydi. Ne var ki, bu da bize özgü değildi; çünkü modern toplumlarda -yaygın bir eğilim olarak- kendi ölümünü düşlemeyen bir tek kişi bile olmadığı gibi, zihninde canlandırdığı ölüm ânında yakınlarının çekmesini ‘dilediği’ ızdırabı kendi ‘yokluğu’ üzerine kurup da kendi ölümüne ağlamayan hemen hemen yok gibiydi.

Gerçek hayatta önce kim ölmeliydi: onlar mı, yoksa biz mi? Ve kimin yaşamı daha değerliydi?
Buna vereceğimiz yanıt, bizlerin değil de sevdiklerimizin daha kıymetli olduğu yalanı olabilir mi?
Dürüst olalım: Aslında bu, onların yokluğunu taşıyamayacak olmamızın bencilliğidir. Ve hepimizin varlık nedeni, düpedüz, kendi ‘yokluğumuzu’ kurduğumuz hayaller aracılığıyla yaşatma isteğidir.
Herkesin bizi gözden çıkardığı, yaşamla bağımızın tümden kesildiği kimi anlardaki ölme isteğimiz ise sahici bir ‘ölme talebi’nden çok, şımarık çocuklar gibi sevilme beklentisinin öfkesiyle çevrelenmiş bir durumun tezahürüdür ve bu durum bize, asıl sorulması gereken soruyu bile unutturabilir: “Ben kaç kişiyi seviyorum?”
Sahi, biz kaç kişiyi seviyorduk ve kaç kişinin yaşamını umursuyorduk? Sanattan siyasete, sosyal yaşamdan bireylerarası ilişkilere değin ‘ölüm’ metaforunun her alanda hâkim kılındığı, bütün yaratıcı süreçlerle benzerlik gösterdiği bir ortamda; merhamet, vicdan, iyi niyet, sadakat gibi kavramlar tersyüz edilmediği müddetçe kaç kişiyi sevebilirdik?

Sadece beyin ölümümüz değil, organizmanın da ölümü gerçekleşti.
Şimdilik saçlarımız ve tırnaklarımız uzamaya devam ediyor.
Bunu da bir yaşam belirtisi sayabilir miyiz?

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yazarla Tanışma!

O ânı sanki bugün yaşamış gibi hatırlıyorum: Zifiri karanlığın içinde, tekinsiz bir dağın eteklerinden zirvesine doğru tırmanıyorduk. Değil çevremizi görmek, önümüz sıra yürüyen arkadaşlarımızı bile zar zor seçebiliyorduk. Yüksek, yabani otlarla çevrelenmiş dağın eteğinde, üzerimizde kurşun geçirmez yelekler ve elimizde hafif, yarı otomatik tüfeklerle on yedi kişi, sürekli tetikte, sessiz sedasız ilerliyorduk. Sanki her an karşımıza birileri çıkıp da üzerimize kurşun yağdıracaktı. Tim komutanı dahil, hepimiz korku içinde olmalıydık. Öyle tahmin ediyorum. Yoksa fısıltıyla da olsa konuşanlar olurdu içimizde; ya da mırıltıyla şarkı söyleyenler… Oysa çıt çıkmıyordu kimseden… Tek yaptığımız, kan ter içinde, tehlikenin nereden geleceğini kestiremeden, ürpertili bir halde dağın zirvesine doğru tırmanmaktı hızlı adımlarla.

Sonra bir şey oldu: Elli metre sağımızdan hışırtılı bir ses geldi; ansızın büyüyüveren ses dalgaları gibi üzerimize çökmesiyle gökyüzüne yükselmesi bir olmuştu. On metrelik aralıklarla tek sıra halinde yürüyen on yedi kişi, gayri iradi biçimde ‘zınk’ diye duruvermişti. Ses şunun gibi başlayıp birkaç saniye içinde de şu şekilde devam ederek şöyle bitmişti: Hışır hışır hışır hışşşşş hışşşşş hışşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş! Öylesine hızlı olup bitmişti ki her şey, yere yatıp mevzilenmeyi dahi akıl edememiştik. Elimizde yarı otomatik tüfeklerle ayakta kalakalmış, bakışlarımızı sağ tarafa doğru çevirebilmiştik. Ölüm ânı dedikleri şey olmalıydı bu. Çünkü çevremizdeki her şey, sanki bizlerle birlikte donuvermişti.

Size o an aklımdan neler geçtiğini anlatayım mı? Emin olun ki hiçbir şey düşünemedim: Ne ailem, ne arkadaşlarım, ne de sevdiklerim geldi aklıma. Sanki beynim durmuştu o birkaç saniye içinde, hissedebileceğim her şey silinmiş ve benden geriye sadece, bir tek kendini düşünen, kendi öz varlığına sarıldıkça bencilleşen bir varlık kalmıştı. İşte o gün içimdeki yazarla tanışmıştım...


30 Aralık 2011 Cuma

Hasan Ali Toptaş Öykücülüğüne Genel Bir Bakış

HASAN ALİ TOPTAŞ ÖYKÜCÜLÜĞÜNE GENEL BİR BAKIŞ

AYHAN ŞAHİN

Adam Öykü, Sayı: 49, Kasım-Aralık 2003

1987 yılında yayımladığı Bir Gülüşün Kimliği isimli öykü kitabıyla girmişti yayın dünyasına Hasan Ali Toptaş. Bu gecikmeli girişi, 5 Eylül 1996 tarihli “Cumhuriyet Kitap”taki söyleşisinde, “70’lerden bu yana yazı yazmasına karşın, çok katmanlı öyküsüz metinlerini, yayıncıların anlamaması ya da beğenmemesine” bağlamıştı.1 O günden bugüne; dört roman, iki öykü ve bir şiir kitabı yayımlayan Toptaş, en ‘ayrıksı’ uğraklarından biri oldu yazınımızın.
‘Ayrıksı’ nitelemesini yapan eleştirmen Semih Gümüş’ün, “Genç Edebiyatın Birikimi”ni kaleme aldığı ve öykücülerimizi genel hatlarıyla değerlendirdiği yazısında “sözü Hasan Ali Toptaş’a getirmek için sabırsızlandığı” ve kendi öykücülük anlayışında “dönüm noktası” olarak gördüğü biri o... “Yazdıklarının genç edebiyatımızın birikimi içinde nereye konulabileceğini düşünerek, has bir yazar” dediği biri...
Yıldız Ecevit’in, “Sincan’daki dış dünyasında yaşıyormuş gibi yapıp da, gerçek yaşamını yazı’nın dünyasında sürdür(düğünü); kurgusal fantezilerde, bitimsiz düşlerle çoğaltılmış yaşamlar(da)” yaşadığını söylediği Toptaş; daha birkaç yıl öncesine kadar yazarlarımızın bir kısmının “yarınından umudunu kestiği” yazınımızın, hiç kimsenin es geçemeyeceği yapıtlarıyla “şaşırtıcı” ve “güçlü” bir uğrağı günümüzde...
Gerçek yaşam kesitleriyle -gerçekliğin yeniden üretimi yerine- üstkurmaca düzlemde var ettiği öykü-metinlerini, sınırsız bir düş gücüyle, kendine özgü kuralsız/yasasız bir oyun bahçesine çeviren Toptaş’ın, biçim ve biçem boyutundaki öykücülüğünün ontolojik katmanların çeşitliliği ve eşzamanlı birlikteliği zemininde yükselmesi; dün-bugün-yarın art ardalığının zamandizinsel parçalanışı ve mekânsal/uzamsal çizgilerin silikleşip giderek tümden ‘yok olması’; anlamını yitiren bir dünyanın ve karmaşık değerler silsilesinin günümüz bireyinde cisimleştiği büyük bir insanlık trajedisini çağrıştırması; artık, birçoğumuz için, üstünden atlanılamayacak denli önemsenen bir olgu halini aldı.

9 Aralık 2011 Cuma

İlginç konu ve konuklarıyla, Merkez Efendi Kulübe yayında!

ABSURD RADYO'DA BU AKŞAM HAYDAR ERGÜLEN VAR!

Şiir Tiyatrosu gençlerimiz, pazartesi - perşembe hariç her gün 21.30'da, ilginç konu ve konuklarıyla, canlı telefon bağlantılarıyla Merkez Efendi Kulübe’den seslenmeye devam ediyor.

Alternatif sohbetler arayan gençleri Merkez Efendi Kulübe'ye bekliyoruz.

9 Aralık Cuma (Bu akşam): Haydar Ergülen'le telefon bağlantısı
14 Aralık Çarşamba: Oruç Aruoba'yla telefon bağlantısı
20 Aralık Salı: Konuğumuz küçük İskender
27 Aralık Salı: Konuğumuz Altay Öktem

ABSURD RADYO

SALI – 21.30
Za: gor - Konuğunu arayan sapkın program
Hazırlayan: Picus (Ağaçkakan)

ÇARŞAMBA – 21.30
Bozuk-luk (Müzik ve Edebiyat)
Hazırlayan: Sefa Merih Tan (Karga) ve Çukurcuma Falans

CUMA – 21.30
Kulübe Müdavimleri – Hepimiz

CUMARTESİ – 21.30
Kulübe Müdavimleri – Hepimiz

PAZAR – 21.30
Kulübe Müdavimleri – Hepimiz

6 Aralık 2011 Salı

Kronik beyin sendromlarım!

Melankoli Yazıları’ndan...

KRONİK BEYİN SENDROMLARIM!

Akrep, 21'nci asrın üzerindeydi; yelkovan, 20'nci asrın son çeyreğinde.
Hayat öyle başlamıştı.

Hayal böyle, oyun şöyle:

I. PERDE

O, Pamuk Prenses'ti.
Masal kahramanıydı.
Gördüklerimin, görebileceklerimin en tatlısıydı.
Gide gide salak gibi âşık olmuştum, bula bula alık gibi onu bulmuştum; çünkü her Pamuk Prenses’in bir yedi cücesi olduğunu -o an için- nedense unutmuştum.

Yakınımdaydı; yanı başımda saymıştım.
Yanı başımdaydı; düşlerim gerçek oluyor sanmıştım.
Ellerimi açsam sanki avuçlarıma düşecekti, avuçlarımı açsam sanki ellerimde yeşerecekti.
Açıyordum... Ve her açışımda ellerime, cücelerin en büyüğü bir sigara tutuşturuyordu, “Allah sabır ihsan eylesin sana,” diyordu; kasvetli duman ardındaki bilgiç görünümü ve kurduğu cümlelerle de aklı sıra bana yardım ediyordu: “Cık, olmaz bu iş!”
Ama yanı başımdaydı, şöyle bir uzansam sanki olacaktı.
Yaşlı cücenin kuşkusuz bildiği bir şeyler vardı; ve ben bu pis cücenin dünyayı başıma yıkmasına müsaade etmektense konuyu hemencecik kapatacaktım.

Böyleyken böyle...

Katladık dergisinden...

BUDUR OL HİKÂYET OL KARASEVDA

Dergimiz katladıkın yeni sayıları için kitabevlerine her gidişimizde, çalışanlar tarafından hep aynı tepkiyle karşılaşıyoruz:
Derginizin yarısından çoğunu çalıyorlar!
Böyle diyor kitabevi çalışanları...
Biz de gülerek şöyle diyoruz onlara:
E gayet normal! Adı üstünde işte: cebinize göre kültür-sanat dergisi... Biz boşuna cebinize göre katladık demiyoruz herhalde... Bırakın çalsınlar; çalınan her dergi, bize okuyucu olarak geri dönecektir!


KATLADIK 1 YTL...

İSTER ALIN, İSTER ÇALIN...

Ardınızdan...

Melankoli Yazıları:

ARDINIZDAN...

Yazgısıyla baş başa kalmış metruk evler gibi şimdi eviniz; bırakıp gittiniz.
Ardından baktığımız camlardaki tahta çerçeveler aşınalı çok oldu, merdivenlerine oturup sohbet ettiğimiz giriş kapınızın yağlı boyaları çoktan döküldü. Ne balkonunuzdan yıldızlı ılık gecelerin içine doğru yayılan şuh kahkahalarınız var artık, ne meyve ağaçlarıyla dolu bahçenizde serinleyip gölgelendiğimiz asma çardağınız.
Siz gittiniz; terk edilmiş kasabalar kadar ıssız kaldı mahallemiz:
yapraklar döküldü, ağaçlar kurudu, çiçekler soldu;
evler yıkıldı, dükkanlar kapandı, radyolar sustu...
Artık, plastik kutucukların içinde, pelte biçiminde rengârenk muhallebiler satan muhallebicimiz de gelmiyor okulun önüne... Kâğıthelvacı da gelmiyor... Kimse gelmiyor artık komşu kızı; kimse gelmiyor...

Sabahları güne senle başlardım; caddenin birbirlerini cepheden gören sokakları ve evlerinden 'günaydın'larımız yükselirdi karşılıklı. Sen orta-üçe giden küçük bir kız çocuğuydun, ben liseyi bitirmiş, çalışma hayatına atılmış, her şeyi alaya alan, hayatı dalga geçmek sanan bir delikanlı.
“Günaydın ufaklık,” derdim gülümseyerek, “beslenme çantanı aldın mı yanına?”
Mahmur bakışlarla, “Günaydın,”  derdin, yarı uykulu gözlerini açarken tebessüm ederdin, “hiç unutur muyum ağbiciğim, aldım.”
Beyaz gömleğin ve lacivert üniformanın üzerindeki yeşil yün hırkan ve tatlı gülümsemenle okulun yolunu tutarken, başını çevirip sorardın, “Hafta sonu bana biraz ders çalıştırır mısın?” diye.
Mahallemizde büyük bir bakkal dükkanı açan tüccar baban, bir dediğini iki etmezdi halbuki; isteseydin, sana özel ders vermek için öğretmen de tutardı.

Hakan, “Sana bir şey söyleyeceğim, ama gülmeyeceksin!” diyene kadar, benim için küçük bir kız çocuğuydun sen komşu kızı; ailemden biri sanki... Küçük kız kardeşim gibi...
Hafif tebessüm edip, “Söyle! Söz veriyorum, gülmeyeceğim.” dedim.
Bana, ‘seni sevdiğini’ söylediği o an’ın, zamanla senden hoşlanma nedenim olabileceğini düşünemezdim.
Verdiğim söze rağmen güldüm, alaycı bir tonla, “Vaay sübyancı vay!” dedim. Hakan’ın ısrarı karşısında ciddi bir tutum alıp, sinirli sinirli, “Kendine gel, sen kaç yaşındasın, o kaç yaşında!” demek zorunda kaldım.
Bana, saatlerce, ‘çok sevdiğini, dikkatli bakıldığında çocuk olmadığının görülebileceğini’ söyleyip duran Hakan’la haftalarca, aylarca dalga geçtim; her karşılaşmamızda, “N'aber, küçük kızların korkulu rüyası!” türünden yığınla espri yaptım. Haftalarca, aylarca...
Haftalar, aylar, yıllar boyu kendimle dalga geçmeye başlayacağımı bilmeden.

Siyah beyaz televizyonların tek kanalıyla yetindiğimiz, hayata radyo temsilleriyle hazırlanmaya çalıştığımız o renksiz ve tekdüze günlerimizde, görkemli, iki katlı evinize, tüccar babanın büyük bakkal dükkânından pek alışık olmadığımız mamuller gelirdi: krem peynirler, mayonezler, viskiler, parfümler...
Hepimiz için bütün o gelen onca ıvır zıvır da, camları bir yanıp bir sönen ışıklarla süslü büyük bakkal dükkânınız da sonsuz bir çekiciliğe sahipti: Yer sofrasında değil de, naylon kaplı, pırıl pırıl masalarda yemek yenilebileceğini de ilk sizde gördük, güzel havaların akşam karanlığında balkonda ailecek oturup kimseyi umursamadan, pervasızca şuh kahkahalar atılabileceğini de.
Bizim başörtülü, tülbentli annelerimizden ne kadar da farklıydı annen: Saçları her daim yapılı, tırnakları ojeli, dudakları rujlu; ince bluzunun yanlarından çıplak kolları fırlamış ve ellerini havaya kaldırdığında koltukaltlarını görünce hem utanç, hem heyecan duyduğumuz orta yaşlı, güzel, modern bir kadın.
Küçük odanda seninle ders çalışmaktan çok, saatlerce gülüşüp şakalaşırken, annen kurabiye ve meyve suları ikram ederdi sürekli bize. Elimizde kalemler ve önümüzde defter-kitaplarla odandaki masanın başında karşılıklı şakalaşırken, içeri girip çıkarak servis yapmaya çalışan annene şımarıkça sitem etmeden de duramazdın, “Aşkolsun anne, kapıyı tıklatmadan içeri girilir mi?” diye.
Sözde azarlayıcı bir edayla, üstten bakışlarla, “Sus bakalım, küçük kızlar öyle her şeye karışmazlar!” derdim sana, ciddiyetimi hiç bozmadan, eski insanlara özgü sözcüklerle de konuşmaya devam ederdim, “dersine bak sen, istikbâlin daha mühim!”

Sen büyüdükçe, gözlerin de, gülümseyişin de büyüdü içimde. Bu yüzden, yaz aylarını hiç sevemedim komşu kızı; sırf senin hatırına katlandığım yaz akşamlarını, seni getirecek sonbahar akşamlarına çevirmeye çalıştım, bitmez tükenmez bir sabırla, hiç gelmeyecekmişsin hissi veren öfkeli bekleyişlere dönüştürdüm.
Sonbahar aylarının varoluşuyla, yaz aylarının yok oluş sınırının hassas çizgisinde dururken, sitemkâr bakışlarımın soğukluğuyla karşılardım her defasında seni ve tatil sonlarını.
Üç mevsim yeterdi bana: hep sonbahar olmalıydı, hep kış, hep ilkbahar...
Hep üç mevsim olmalıydı; ve hep benle kalmalıydın.

Sizin gidişinizle birlikte, bahçeli evler bir bir yıkılıp yerlerine apartmanlar, koca koca bloklar yapılana dek bekletilen ağaçlar ilgisizlikten ya kuruyup kökleriyle söküldü, ya da acımasızca kesildi komşu kızı; çiçeklerimizin boyunları büküldü, sararıp soldu kırmızı güllerimiz. Fabrikalar da taşındı bölgemizden. Küçük dükkânlar kapanıp önce süpermarketler, ardından hipermarketler açıldı. Tek kanallı siyah beyaz televizyonlarımızın yerini, renklileri ve çok kanallıları alsa da, hayat daha bir siyah beyazlaştı sanki.
Her şey değişti komşu kızı; her şey değişti de, bir tek, babanın hazzetmediği, hiç hoşlanmadığı -onun tabiriyle- ‘sokak siyasetçileri’ ve ‘serseri’ gençlerimiz değişmedi. Evlerimizin duvarlarına, anlatmak istediklerini kimsenin anlayamadığı, çirkin Türkçeleriyle siyasi sloganlar yazarlardı siyasiler: “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur”, “Yaşasın Üçüncü Konferansımız”, “Kahrolsun Finans Kapitalizm”... Altlarında da alfabenin sert ünsüzleriyle oluşturulmuş, büyük harfle başlayıp küçük harfle devam edip, yine büyük harfle biten imzaları...
Geçen gün de, evinizin ön cephesinde, “Faşizmi Döktüğü Kanda Boğacağız!” yazıyordu.
Seni tanımıyorlardı ki komşu kızı. Tanısalardı, senin güzelliğin karşısında, ‘dökmek’ ve ‘boğmak’ fiilleriyle oluşturulacak bir sloganın ne kadar da yersiz ve çaresiz olduğunu anlayacaklardı. Seni tanımıyorlardı.

Liseye başladığın yıllarda, günden güne serpilip güzelleşmiş, kapınızın önünden sürüler halinde geçip duran genç delikanlıların da gözdesi olmuştun, caddenin bir ucundan öteki ucuna, sanki gezinti yeriymişçesine ellerinde sigaraları ve tespihleriyle gidip gelen bitirim, küfürbaz gençlerden bir ikisine, arkadaşlarınla balkonda otururken, bir an için bakkal dükkânından evinize uğrayan baban, “Ne dolanıp duruyorsunuz lan burada!” diye bağırmıştı bir akşamüzeri. ‘Sana ne’ diye diklenen gençlerle baban arasında itiş kakış olmuştu; sonrasında içeri girip bir iki tokat da sana atmış, bir süre balkona çıkmanı da yasaklamıştı.
Sıcak bir hafta sonu, akasyalar, pembe-kırmızı güller ve menekşelerle bezeli bahçenizin asma çardağı altında çekirdek yiyip birbirimize fıkralar anlatarak güldüğümüz ve sadece ikimizin olduğu sırada, bana, “Bundan sonra, sana, ‘ağbi’ şeklinde hitap etmesem olur mu?” diye sormuştun. Çok şaşırmıştım. Yine alay etmiştim seninle; gülmüştüm: “Amca mı demek istiyorsun, baba mı?”
O günden sonra sen bana istediğin gibi hitap etmeye başlamıştın da, ben sana içimden geldiği gibi, gönlümce hitap edebilmeyi bir türlü becerememiştim. Senin kadar cesur olmayı hâlâ öğrenemedim komşu kızı.

Gittikçe karşılıklı olarak birbirimize çekildiğimiz, fazlasıyla yakınlaştığımız o günlerle, yanıma gelip ağlaya ağlaya boynuma sarıldığın o gün arasında hiç zaman geçmemiş miydi, yoksa ben mi farkına varamamıştım komşu kızı?
Baban, siyasilerden de, serserilerden de, bakkal defteriyle alışveriş yapıp borçları her geçen gün kabaran insanlarımızdan da illallah etmişti. “Onca masraf boşa gitti, Allah kahretsin!” deyip duruyordu her fırsatta.
Kimseyi beğenmeyen, mahallemizi ‘ilkel’ bulan kibirli babandan, annen de farklıydı, sen de; sizler seviyordunuz bizleri ve mahallemizi.
Güzel kirpiklerin yaşlar içindeyken, parmaklarımın uçlarıyla yanaklarına süzülen sıcacık gözyaşı damlacıklarını silmiştim, beni kimin teselli edeceğini bilemeden, seni teselli etmeye çalışmıştım.
Dudaklarını büzüştüre büzüştüre, “Babam, Anadolu yakasına taşıyor evimizi!” diyebilmiştin; kelimeler güçlükle dökülmüştü dudaklarından. Ben tek kelime edememiştim; susmuştum; söylenecek hiçbir şey kalmamıştı sanki.
Sen boynuma sarılmış ağlarken, ben kıpırtısız donup kalmışken, seninle oracıkta öylece kalabilmeyi öyle çok istemiştim ki komşu kızı... Ama her şey gibi bunu da söyleyememiştim sana.
Bir pazar sabahı çekip gitmiştiniz; ortalıklarda hiç görünmemeye özen göstermiştim. ‘Ağlamayacağım’ diye söz vermiştim kendime. Ama olmadı; tutamadım sözümü. Gidişini göremedim ama, küçük bir çocuk gibi burnumu çeke çeke ağlayarak, gözyaşlarıyla uğurladım seni.

Her şey değişti artık komşu kızı... Her şey değişti...
Her şey değişti de, bir siyasiler, bir gençlerimiz aynı kaldı dedim ya, eksik söyledim; bir de ben aynı kaldım... Hâlâ senle yaşayan, hâlâ seni özleyen...