Melankoli Yazıları:
ARDINIZDAN...
Yazgısıyla baş başa kalmış metruk evler gibi şimdi eviniz; bırakıp gittiniz.
Ardından baktığımız camlardaki tahta çerçeveler aşınalı çok oldu, merdivenlerine oturup sohbet ettiğimiz giriş kapınızın yağlı boyaları çoktan döküldü. Ne balkonunuzdan yıldızlı ılık gecelerin içine doğru yayılan şuh kahkahalarınız var artık, ne meyve ağaçlarıyla dolu bahçenizde serinleyip gölgelendiğimiz asma çardağınız.
Siz gittiniz; terk edilmiş kasabalar kadar ıssız kaldı mahallemiz:
yapraklar döküldü, ağaçlar kurudu, çiçekler soldu;
evler yıkıldı, dükkanlar kapandı, radyolar sustu...
Artık, plastik kutucukların içinde, pelte biçiminde rengârenk muhallebiler satan muhallebicimiz de gelmiyor okulun önüne... Kâğıthelvacı da gelmiyor... Kimse gelmiyor artık komşu kızı; kimse gelmiyor...
Sabahları güne senle başlardım; caddenin birbirlerini cepheden gören sokakları ve evlerinden 'günaydın'larımız yükselirdi karşılıklı. Sen orta-üç’e giden küçük bir kız çocuğuydun, ben liseyi bitirmiş, çalışma hayatına atılmış, her şeyi alaya alan, hayatı dalga geçmek sanan bir delikanlı.
“Günaydın ufaklık,” derdim gülümseyerek, “beslenme çantanı aldın mı yanına?”
Mahmur bakışlarla, “Günaydın,” derdin, yarı uykulu gözlerini açarken tebessüm ederdin, “hiç unutur muyum ağbiciğim, aldım.”
Beyaz gömleğin ve lacivert üniformanın üzerindeki yeşil yün hırkan ve tatlı gülümsemenle okulun yolunu tutarken, başını çevirip sorardın, “Hafta sonu bana biraz ders çalıştırır mısın?” diye.
Mahallemizde büyük bir bakkal dükkanı açan tüccar baban, bir dediğini iki etmezdi halbuki; isteseydin, sana özel ders vermek için öğretmen de tutardı.
Hakan, “Sana bir şey söyleyeceğim, ama gülmeyeceksin!” diyene kadar, benim için küçük bir kız çocuğuydun sen komşu kızı; ailemden biri sanki... Küçük kız kardeşim gibi...
Hafif tebessüm edip, “Söyle! Söz veriyorum, gülmeyeceğim.” dedim.
Bana, ‘seni sevdiğini’ söylediği o an’ın, zamanla senden hoşlanma nedenim olabileceğini düşünemezdim.
Verdiğim söze rağmen güldüm, alaycı bir tonla, “Vaay sübyancı vay!” dedim. Hakan’ın ısrarı karşısında ciddi bir tutum alıp, sinirli sinirli, “Kendine gel, sen kaç yaşındasın, o kaç yaşında!” demek zorunda kaldım.
Bana, saatlerce, ‘çok sevdiğini, dikkatli bakıldığında çocuk olmadığının görülebileceğini’ söyleyip duran Hakan’la haftalarca, aylarca dalga geçtim; her karşılaşmamızda, “N'aber, küçük kızların korkulu rüyası!” türünden yığınla espri yaptım. Haftalarca, aylarca...
Haftalar, aylar, yıllar boyu kendimle dalga geçmeye başlayacağımı bilmeden.
Siyah beyaz televizyonların tek kanalıyla yetindiğimiz, hayata radyo temsilleriyle hazırlanmaya çalıştığımız o renksiz ve tekdüze günlerimizde, görkemli, iki katlı evinize, tüccar babanın büyük bakkal dükkânından pek alışık olmadığımız mamuller gelirdi: krem peynirler, mayonezler, viskiler, parfümler...
Hepimiz için bütün o gelen onca ıvır zıvır da, camları bir yanıp bir sönen ışıklarla süslü büyük bakkal dükkânınız da sonsuz bir çekiciliğe sahipti: Yer sofrasında değil de, naylon kaplı, pırıl pırıl masalarda yemek yenilebileceğini de ilk sizde gördük, güzel havaların akşam karanlığında balkonda ailecek oturup kimseyi umursamadan, pervasızca şuh kahkahalar atılabileceğini de.
Bizim başörtülü, tülbentli annelerimizden ne kadar da farklıydı annen: Saçları her daim yapılı, tırnakları ojeli, dudakları rujlu; ince bluzunun yanlarından çıplak kolları fırlamış ve ellerini havaya kaldırdığında koltukaltlarını görünce hem utanç, hem heyecan duyduğumuz orta yaşlı, güzel, modern bir kadın.
Küçük odanda seninle ders çalışmaktan çok, saatlerce gülüşüp şakalaşırken, annen kurabiye ve meyve suları ikram ederdi sürekli bize. Elimizde kalemler ve önümüzde defter-kitaplarla odandaki masanın başında karşılıklı şakalaşırken, içeri girip çıkarak servis yapmaya çalışan annene şımarıkça sitem etmeden de duramazdın, “Aşkolsun anne, kapıyı tıklatmadan içeri girilir mi?” diye.
Sözde azarlayıcı bir edayla, üstten bakışlarla, “Sus bakalım, küçük kızlar öyle her şeye karışmazlar!” derdim sana, ciddiyetimi hiç bozmadan, eski insanlara özgü sözcüklerle de konuşmaya devam ederdim, “dersine bak sen, istikbâlin daha mühim!”
Sen büyüdükçe, gözlerin de, gülümseyişin de büyüdü içimde. Bu yüzden, yaz aylarını hiç sevemedim komşu kızı; sırf senin hatırına katlandığım yaz akşamlarını, seni getirecek sonbahar akşamlarına çevirmeye çalıştım, bitmez tükenmez bir sabırla, hiç gelmeyecekmişsin hissi veren öfkeli bekleyişlere dönüştürdüm.
Sonbahar aylarının varoluşuyla, yaz aylarının yok oluş sınırının hassas çizgisinde dururken, sitemkâr bakışlarımın soğukluğuyla karşılardım her defasında seni ve tatil sonlarını.
Üç mevsim yeterdi bana: hep sonbahar olmalıydı, hep kış, hep ilkbahar...
Hep üç mevsim olmalıydı; ve hep benle kalmalıydın.
Sizin gidişinizle birlikte, bahçeli evler bir bir yıkılıp yerlerine apartmanlar, koca koca bloklar yapılana dek bekletilen ağaçlar ilgisizlikten ya kuruyup kökleriyle söküldü, ya da acımasızca kesildi komşu kızı; çiçeklerimizin boyunları büküldü, sararıp soldu kırmızı güllerimiz. Fabrikalar da taşındı bölgemizden. Küçük dükkânlar kapanıp önce süpermarketler, ardından hipermarketler açıldı. Tek kanallı siyah beyaz televizyonlarımızın yerini, renklileri ve çok kanallıları alsa da, hayat daha bir siyah beyazlaştı sanki.
Her şey değişti komşu kızı; her şey değişti de, bir tek, babanın hazzetmediği, hiç hoşlanmadığı -onun tabiriyle- ‘sokak siyasetçileri’ ve ‘serseri’ gençlerimiz değişmedi. Evlerimizin duvarlarına, anlatmak istediklerini kimsenin anlayamadığı, çirkin Türkçeleriyle siyasi sloganlar yazarlardı siyasiler: “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur”, “Yaşasın Üçüncü Konferansımız”, “Kahrolsun Finans Kapitalizm”... Altlarında da alfabenin sert ünsüzleriyle oluşturulmuş, büyük harfle başlayıp küçük harfle devam edip, yine büyük harfle biten imzaları...
Geçen gün de, evinizin ön cephesinde, “Faşizmi Döktüğü Kanda Boğacağız!” yazıyordu.
Seni tanımıyorlardı ki komşu kızı. Tanısalardı, senin güzelliğin karşısında, ‘dökmek’ ve ‘boğmak’ fiilleriyle oluşturulacak bir sloganın ne kadar da yersiz ve çaresiz olduğunu anlayacaklardı. Seni tanımıyorlardı.
Liseye başladığın yıllarda, günden güne serpilip güzelleşmiş, kapınızın önünden sürüler halinde geçip duran genç delikanlıların da gözdesi olmuştun, caddenin bir ucundan öteki ucuna, sanki gezinti yeriymişçesine ellerinde sigaraları ve tespihleriyle gidip gelen bitirim, küfürbaz gençlerden bir ikisine, arkadaşlarınla balkonda otururken, bir an için bakkal dükkânından evinize uğrayan baban, “Ne dolanıp duruyorsunuz lan burada!” diye bağırmıştı bir akşamüzeri. ‘Sana ne’ diye diklenen gençlerle baban arasında itiş kakış olmuştu; sonrasında içeri girip bir iki tokat da sana atmış, bir süre balkona çıkmanı da yasaklamıştı.
Sıcak bir hafta sonu, akasyalar, pembe-kırmızı güller ve menekşelerle bezeli bahçenizin asma çardağı altında çekirdek yiyip birbirimize fıkralar anlatarak güldüğümüz ve sadece ikimizin olduğu sırada, bana, “Bundan sonra, sana, ‘ağbi’ şeklinde hitap etmesem olur mu?” diye sormuştun. Çok şaşırmıştım. Yine alay etmiştim seninle; gülmüştüm: “Amca mı demek istiyorsun, baba mı?”
O günden sonra sen bana istediğin gibi hitap etmeye başlamıştın da, ben sana içimden geldiği gibi, gönlümce hitap edebilmeyi bir türlü becerememiştim. Senin kadar cesur olmayı hâlâ öğrenemedim komşu kızı.
Gittikçe karşılıklı olarak birbirimize çekildiğimiz, fazlasıyla yakınlaştığımız o günlerle, yanıma gelip ağlaya ağlaya boynuma sarıldığın o gün arasında hiç zaman geçmemiş miydi, yoksa ben mi farkına varamamıştım komşu kızı?
Baban, siyasilerden de, serserilerden de, bakkal defteriyle alışveriş yapıp borçları her geçen gün kabaran insanlarımızdan da illallah etmişti. “Onca masraf boşa gitti, Allah kahretsin!” deyip duruyordu her fırsatta.
Kimseyi beğenmeyen, mahallemizi ‘ilkel’ bulan kibirli babandan, annen de farklıydı, sen de; sizler seviyordunuz bizleri ve mahallemizi.
Güzel kirpiklerin yaşlar içindeyken, parmaklarımın uçlarıyla yanaklarına süzülen sıcacık gözyaşı damlacıklarını silmiştim, beni kimin teselli edeceğini bilemeden, seni teselli etmeye çalışmıştım.
Dudaklarını büzüştüre büzüştüre, “Babam, Anadolu yakasına taşıyor evimizi!” diyebilmiştin; kelimeler güçlükle dökülmüştü dudaklarından. Ben tek kelime edememiştim; susmuştum; söylenecek hiçbir şey kalmamıştı sanki.
Sen boynuma sarılmış ağlarken, ben kıpırtısız donup kalmışken, seninle oracıkta öylece kalabilmeyi öyle çok istemiştim ki komşu kızı... Ama her şey gibi bunu da söyleyememiştim sana.
Bir pazar sabahı çekip gitmiştiniz; ortalıklarda hiç görünmemeye özen göstermiştim. ‘Ağlamayacağım’ diye söz vermiştim kendime. Ama olmadı; tutamadım sözümü. Gidişini göremedim ama, küçük bir çocuk gibi burnumu çeke çeke ağlayarak, gözyaşlarıyla uğurladım seni.
Her şey değişti artık komşu kızı... Her şey değişti...
Her şey değişti de, bir siyasiler, bir gençlerimiz aynı kaldı dedim ya, eksik söyledim; bir de ben aynı kaldım... Hâlâ senle yaşayan, hâlâ seni özleyen...