30 Kasım 2011 Çarşamba

Erkan Can'la mafya üzerine!

Katladık dergisi söyleşilerinden...

ERKAN CAN’LA TÜRK SİNEMASINDA VE DİZİLERDE MAFYA


Şimdi bak, ülke böyle giderken, ekonomi bu kadar bozukken, işsizlik büyürken, göçler olmuşken, herkes şapkasını önüne koyup düşünecek abi.
Senaristinden yönetmenine, oyuncusuna kadar herkes düşünecek.
Çünkü geldiğimiz noktadan hepimiz sorumluyuz. Ben başka bir ülke özlemiyorum ki.


Röportaja oyunculuk serüveninizle başlayalım. Küçükken de oyunculuğa yatkın bir yapınız var mıydı?
Ben mahalle çocuğuyum, güzel bir mahallede büyüdüm. Küçükken, arkadaşlar futbol oynarlarken, biz arkadaşım Kamyon Vedat'la kafamızda kendimizce senaryolar kurar, kovboyculuk oynardık. Paşa Dayı’nın kahvesinde de taklitler yapardım; abilerimiz, “Erkan gel, Nejat Uygur'un taklidini yap, Yavru’yla Katip’i yap!” falan derlerdi. Sonra ressam bir abimiz, “Devlet Tiyatrosu’nun kursları açılmış bak, hemen iki fotoğraf çektiriyorsun, dilekçeni yazıp gidip kaydoluyorsun ve gelip bana bildiriyorsun!” dedi. Öyle bir şey olmasaydı, benim hayatım belki daha başka bir yere giderdi, bir baltaya sap olamazdım yani; kendimi biliyorum çünkü.

Sonra, Bakırköy Belediye Tiyatrosu...
Evet. Bursa Devlet Tiyatrosu'nda okudum, ardından Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na geçtim. 1975’ten 82’ye kadar Bursa’da hem kursa gittim, hem de oyunlarda oynadım. Sonra askere gidip geldim; konservatuvar sınavına girdim, 85-90 mezunuyum. 92 yılı gibi de Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na geçtim; oranın ilk kadrosu biziz. Orada da birkaç yıl oynadık. Sonra, Mahallenin Muhtarları'na bir girdik, 12 sene çıkamadık. O dizi furyası bir başladı, ne tiyatro kaldı, ne bir şey. Tiyatroyla dizi birlikte yürümedi; sonra ben diziden istifa ettim. Yaklaşık on beş senedir de tiyatro yapmıyorum. Ama bu sene, eylül ayında, Engin Günaydın’la birlikte başlıyoruz...

Gençler arasında şiddetin artması, tabii ki salt sinema ve televizyon dizilerindeki ‘mafya’ olgusuna bağlanamaz; sosyo-ekonomik faktörler ve teknolojinin gelişim seyri de bu süreci belirledi bir ölçüde... Sinema eskiden olduğu gibi, televizyona oranla, kitleler üzerinde belirleyici bir role sahip değil artık...
Dizi furyası, ilk, Kandemir Konduk’un Perihan Abla’sıyla başlamıştır. Sonra, Bizimkiler’le birlikte Mahallenin Muhtarları; ilkler arasında sayılabilir... Ama şimdi, diziler sinemanın önüne geçti gibi; şimdi her şey dizilere göre uyarlanıyor. Televizyonlarda çok fazla dizi var. Bu da böyle bir dönem demek ki. Şimdi bir kısa film var, burada da bir mafya babasını oynayacağım yine. Hep böyle oynadım oynadım, şimdi ‘oynamasam mı acaba’ diyorum kendi kendime. Sonuçta senaryoya bakıyorsun, bir şey anlatıyor, çocuklar bir şey yapıyor, onlara yardım için oynuyoruz. Ama işin öbür tarafını da düşünüyorum... Şimdi bak, ülke böyle giderken, ekonomi bu kadar bozukken, işsizlik büyürken, göçler olmuşken; herkes şapkasını önüne koyup düşünecek abi; senaristinden yönetmenine, oyuncusuna kadar herkes düşünecek. Çünkü geldiğimiz noktadan hepimiz sorumluyuz. Ben başka bir ülke özlemiyorum ki. Kırk sekiz yaşındayım, hayatımda ilk defa kırk yaşında Gemide filmi için Cannes Film Festivali’ne, Fransa’ya gittim... İnsanlar arasında da dolaşıyoruz, herkes Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi diyor. Şimdiki gençlere bakıyorsun, herkes ‘yarım kanat’ dolaşıyor. Benim gezdiğim dolaştığım yerlerde öyle yani çocuklar; giyinişe bakıyorsun, saçlar başlar hep öyle, dizilerdeki adamlar gibi. Bu kadar çok dizi, dizi... İyi bir şey seyrettirirsen, üç hafta sonra, üç bölüm sonra, o iyi şeye bizim seyircimiz zaten alışacaktır; ne verirsen o... Bu da böyle bir dönem. Şimdi Kurtlar Vadisi’yle karışık İstanbul hikâyeleri var ya; o hikâyelerin değişikleri olacak bir süre daha. Bu da bizim zamanımıza denk geldi işte. Ama bu dönem de geçecektir; geçerken de bayrağı gençlere iyi devretmek gerekiyor... Çünkü dizilerde gördüğüm bir yan var: sanki değerlerimizle oynanıyor gibi geliyor bana, ‘belden aşağı’ vuruluyor ve değerlerimiz bitiyor. Öte yandan, sinemada da ilk anda göze çarpan, bugüne dek İstanbul'un, Beyoğlu’nun sıkışık durumu anlatıldı sanki. Başka insanları, başka hayatları da anlatmak gerekiyor. Artık genç yönetmenler, genç yazarlar, genç kameramanlar var, şimdi bunlar böyle kalmayacak ki, patlama yapacaklar ve değişecek her şey.
Teknolojik değişim hepimizi paramparça etti. Yirmi yılda bize bunu öğrettiler. ‘Hızlandırılmış eğitim’ diyorum ben buna. Ne bileyim, kendimden pay biçiyorum, 80’den sonra çok hızlı gitti her şey. Askerden önce günler çok uzun geliyordu bana, ama askerden sonra müthiş bir hızlanma oldu ve ben yetişemiyorum teknolojinin bu durumuna.

Genç yazar ve yönetmenlerden umutlusunuz yani... Sizce, gençlerin edebiyata ilgisi ne düzeyde?
Kimse kitap okumuyor ki, kimse edebiyatla ilgilenmiyor... Tiyatro öğrencilerine de soruyorum; ‘Necati Cumalı, Cevat Fehmi Başkurt, Sait Faik’, hiçbirini bilmiyorlar. Kahvede Şenlik Var; üzerine oyun tanımam, dünyanın her yerinde oynarsın, muhteşem... ‘Nasıl tiyatro öğrencisisin oğlum sen!’ diyorum çocuklara, ‘Bunlar olmayınca olmaz ki!’ diyorum... Ama onlar da özenti, hepsinin kulağını çekiyorum. Bak işte, istikrar yok; herkes oyuncu, ama dövüşecek arena yok. E o zaman ne oluyor, bu diziler de var, yaşlar da genç olunca, bir rol aldıkları zaman hemen havalanıyorlar; popülist durum da kafalarının bir yerinde hep duruyor, tak bir iki kamera, bir iki bar falan... Altyapı da olmayınca, iş güç de olmayınca çıldırma noktasına geliyor çocuklar. Popüler olmak istemeyen, üretmek isteyen idealist çocuklar da var; ama onlar da bir yerden sonra tıkanıyorlar, idealizmi buzluğa kaldırıyorlar, önce para kazanalım diyorlar. Çocuklara hep şunu diyorum: “Önce adam olun, oyunculuk zaten kendiliğinden olur.” Hayat karşısında önce güzel durmak gerekiyor.

Mafya filmlerinde rol alırken meseleye sadece profesyonel açıdan mı bakıyorsunuz; oynayacağınız rol, değer yargılarınıza ters düşse bile 'her rolü oynarım' diyebilir misiniz?
Her rolü oynamam; hikâyesine, mesajına, ne oluyor ne bitiyor diye bakmam lazım. Senaryo güzelse, oradaki herhangi bir rol de olabilir. Bir filmde gaddar, katil bir adamı da oynasan hakkını vererek oynaman gerekiyor; rolü çalışırken de o adamın 'haklı' olduğunu düşünerek çalışıyorsun; neden işledi o cinayeti diye hep sorarsın kendine... İki yaşında bir kızım var, bu şiddet filmlerinden çocuğumu nasıl koruyacağımı kara kara düşünüyorum. Çocuklar kayıt cihazı gibi, ne görürse, ne duyarsa ‘tık tık’ alıyor. Psikolojide yeri vardır, kaydettiğini de unutmuyor yani. Ondan sonra ‘bir şey’ oluyor çocuk... Mesela, kızım çizgi film izlerken, Sinderella'nın üvey annesi gelince hemen kaçıyor, kenardan bakıyor, o sahne geçince de ekranın başına tekrar geçiyor. Bu durum, hayatın içinde var yani... Ama kötülük kavramını somutlaştırdılar; tiyatroda masaldaki ‘kötü’yü ‘çok kötü’ olarak da oynayabilirsin, çok daha ‘sevimli’ de oynayabilirsin. Biz bu noktadaki estetik çizgiyi karıştırdık herhalde.

Türkiye'deki adalet sistemindeki zaafiyet nedeniyle, bu tip dizeler aracılığıyla mafyalaşmanın yüceltildiğini düşünüyor musunuz?
Her şeyin başı ekonomi; ekonomimiz iyi olsa, adalet de güzel olur gibi geliyor bana. Şimdi şöyle bir şey oldu: Herkes kendi kanunlarını koymaya başladı bu ülkede, kendi çetelerini kurmaya başladı. Adalet sisteminde boşluk olduğu dönemler, ara dönemlerdir ve hep böyle olur, herkes kendi raconunu kendi keser. Ara dönemlerde, o mafya biter, öteki çıkar. Alpachino’ları da seyretmiş bu halk, Baba filmini de seyretmiş, ‘e o zaman kendi durumlarımızı kendimiz yaratalım’ diyor. Adalet hakikaten adaletliyse, zaten böyle şeyler olmuyor ki; olsa bile az oluyor. Şimdi bizim ülkemiz istikrarlı bir ülke olmadığı için, seçim dönemlerinde, ‘o parti kazandı, bu parti kaybetti’ derken herkes yolunu buluyor.

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar daha çok mahalle yaşamının, altkültürün anlatıldığı bir film, oysa Gemide yine altkültürün anlatıldığı karakterlerin filmi olsa da daha farklı.
Erkek muhabbeti böyledir aslında, iki erkek yan yana geldi mi Gemide filmindeki gibi konuşur. Biraz sert bir film. Dar Alanda Kısa Paslaşmaların dili de sokak diliydi ama, daha insanî, daha içten ilişkilerin olduğu, paylaşımın, arkadaşlığın esas alındığı bir filmdi. Seksen öncesi öyleydi çünkü. Sonra çarşı pazar karıştı, tarumar olduk, hazan yaprağı gibi döküldük kültürel anlamda... O filmde futbolcu olmanın değil, ‘adam’ olmanın mesajı veriliyordu. Kültürel açıdan tam da bir geçiş döneminin filmidir o. Şimdi herkes, bütün aileler çocuğunu kulüplere yazdırıyor. Benim kafam karmakarışık yani. Sohbete başladığımızda neredeydik, bak nereye geldik, parça parça anlatıyoruz, buradaki sohbette bile bir karışıklık var, başı sonu yok yani sohbetin, dramatik yapı bozuk yani. Bundan sonra ne olacak bilmiyoruz... Ben 78 kuşağıyım, ‘kayıp kuşak’ dedikleri kuşak... Artık beş senede bir yaşanan bir kültürel farklılık var, işte böyle bir noktaya geldik.
Şimdi yeni bir senaryo aldım buraya gelirken. Çocuklar uzun metrajlı bir film çekecekler, tiyatro yapıyor çocuklar, ‘abi nasıl olur’ diyorlar; dedim ‘oğlum siz yapın, yardım ederiz yani’... Paylaşmadan nasıl olacak ki... İnsan öğretirken bir sürü şey de öğreniyor; hele gençlerden. Ben onları izliyorum şimdi: gençler ne düşünüyorlar, ne yapıyorlar, kafaları nasıl çalışıyor, nelere gülüyor, nelere ağlıyorlar? Bundan sonra ben bütün hayatımı onlarla geçirebilirim yani, hayat içersinde onlarla çok şeyimi paylaşabilirim. Çünkü öyle bir kültürden geldim, seksen öncesi öyle bir kültür vardı. Kalabalık bir aileden gelmiyorum ama, sokakta kalabalık büyüdük. Arsalar vardı, bahçeler, yazlık sinemalar, en arkadan masa kiralanırdı, çekirdekler, poğaçalar, gaz lambası... Sonra sonra babam tayin olunca elektriği gördük. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık, kavga edersek kendi içimizde ederdik. Yarın yanağından gayrı, her şeyimiz ortaktı; biz bunu böyle bilir ve böyle devam ederdik.


Katladık dergisinin 1. sayısında yaptığım “Erkan Can’la Mafyayı Katladık” başlıklı söyleşi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder