30 Kasım 2011 Çarşamba

Erkan Can'la mafya üzerine!

Katladık dergisi söyleşilerinden...

ERKAN CAN’LA TÜRK SİNEMASINDA VE DİZİLERDE MAFYA


Şimdi bak, ülke böyle giderken, ekonomi bu kadar bozukken, işsizlik büyürken, göçler olmuşken, herkes şapkasını önüne koyup düşünecek abi.
Senaristinden yönetmenine, oyuncusuna kadar herkes düşünecek.
Çünkü geldiğimiz noktadan hepimiz sorumluyuz. Ben başka bir ülke özlemiyorum ki.


Röportaja oyunculuk serüveninizle başlayalım. Küçükken de oyunculuğa yatkın bir yapınız var mıydı?
Ben mahalle çocuğuyum, güzel bir mahallede büyüdüm. Küçükken, arkadaşlar futbol oynarlarken, biz arkadaşım Kamyon Vedat'la kafamızda kendimizce senaryolar kurar, kovboyculuk oynardık. Paşa Dayı’nın kahvesinde de taklitler yapardım; abilerimiz, “Erkan gel, Nejat Uygur'un taklidini yap, Yavru’yla Katip’i yap!” falan derlerdi. Sonra ressam bir abimiz, “Devlet Tiyatrosu’nun kursları açılmış bak, hemen iki fotoğraf çektiriyorsun, dilekçeni yazıp gidip kaydoluyorsun ve gelip bana bildiriyorsun!” dedi. Öyle bir şey olmasaydı, benim hayatım belki daha başka bir yere giderdi, bir baltaya sap olamazdım yani; kendimi biliyorum çünkü.

Sonra, Bakırköy Belediye Tiyatrosu...
Evet. Bursa Devlet Tiyatrosu'nda okudum, ardından Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na geçtim. 1975’ten 82’ye kadar Bursa’da hem kursa gittim, hem de oyunlarda oynadım. Sonra askere gidip geldim; konservatuvar sınavına girdim, 85-90 mezunuyum. 92 yılı gibi de Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na geçtim; oranın ilk kadrosu biziz. Orada da birkaç yıl oynadık. Sonra, Mahallenin Muhtarları'na bir girdik, 12 sene çıkamadık. O dizi furyası bir başladı, ne tiyatro kaldı, ne bir şey. Tiyatroyla dizi birlikte yürümedi; sonra ben diziden istifa ettim. Yaklaşık on beş senedir de tiyatro yapmıyorum. Ama bu sene, eylül ayında, Engin Günaydın’la birlikte başlıyoruz...

Gençler arasında şiddetin artması, tabii ki salt sinema ve televizyon dizilerindeki ‘mafya’ olgusuna bağlanamaz; sosyo-ekonomik faktörler ve teknolojinin gelişim seyri de bu süreci belirledi bir ölçüde... Sinema eskiden olduğu gibi, televizyona oranla, kitleler üzerinde belirleyici bir role sahip değil artık...
Dizi furyası, ilk, Kandemir Konduk’un Perihan Abla’sıyla başlamıştır. Sonra, Bizimkiler’le birlikte Mahallenin Muhtarları; ilkler arasında sayılabilir... Ama şimdi, diziler sinemanın önüne geçti gibi; şimdi her şey dizilere göre uyarlanıyor. Televizyonlarda çok fazla dizi var. Bu da böyle bir dönem demek ki. Şimdi bir kısa film var, burada da bir mafya babasını oynayacağım yine. Hep böyle oynadım oynadım, şimdi ‘oynamasam mı acaba’ diyorum kendi kendime. Sonuçta senaryoya bakıyorsun, bir şey anlatıyor, çocuklar bir şey yapıyor, onlara yardım için oynuyoruz. Ama işin öbür tarafını da düşünüyorum... Şimdi bak, ülke böyle giderken, ekonomi bu kadar bozukken, işsizlik büyürken, göçler olmuşken; herkes şapkasını önüne koyup düşünecek abi; senaristinden yönetmenine, oyuncusuna kadar herkes düşünecek. Çünkü geldiğimiz noktadan hepimiz sorumluyuz. Ben başka bir ülke özlemiyorum ki. Kırk sekiz yaşındayım, hayatımda ilk defa kırk yaşında Gemide filmi için Cannes Film Festivali’ne, Fransa’ya gittim... İnsanlar arasında da dolaşıyoruz, herkes Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi diyor. Şimdiki gençlere bakıyorsun, herkes ‘yarım kanat’ dolaşıyor. Benim gezdiğim dolaştığım yerlerde öyle yani çocuklar; giyinişe bakıyorsun, saçlar başlar hep öyle, dizilerdeki adamlar gibi. Bu kadar çok dizi, dizi... İyi bir şey seyrettirirsen, üç hafta sonra, üç bölüm sonra, o iyi şeye bizim seyircimiz zaten alışacaktır; ne verirsen o... Bu da böyle bir dönem. Şimdi Kurtlar Vadisi’yle karışık İstanbul hikâyeleri var ya; o hikâyelerin değişikleri olacak bir süre daha. Bu da bizim zamanımıza denk geldi işte. Ama bu dönem de geçecektir; geçerken de bayrağı gençlere iyi devretmek gerekiyor... Çünkü dizilerde gördüğüm bir yan var: sanki değerlerimizle oynanıyor gibi geliyor bana, ‘belden aşağı’ vuruluyor ve değerlerimiz bitiyor. Öte yandan, sinemada da ilk anda göze çarpan, bugüne dek İstanbul'un, Beyoğlu’nun sıkışık durumu anlatıldı sanki. Başka insanları, başka hayatları da anlatmak gerekiyor. Artık genç yönetmenler, genç yazarlar, genç kameramanlar var, şimdi bunlar böyle kalmayacak ki, patlama yapacaklar ve değişecek her şey.
Teknolojik değişim hepimizi paramparça etti. Yirmi yılda bize bunu öğrettiler. ‘Hızlandırılmış eğitim’ diyorum ben buna. Ne bileyim, kendimden pay biçiyorum, 80’den sonra çok hızlı gitti her şey. Askerden önce günler çok uzun geliyordu bana, ama askerden sonra müthiş bir hızlanma oldu ve ben yetişemiyorum teknolojinin bu durumuna.

Genç yazar ve yönetmenlerden umutlusunuz yani... Sizce, gençlerin edebiyata ilgisi ne düzeyde?
Kimse kitap okumuyor ki, kimse edebiyatla ilgilenmiyor... Tiyatro öğrencilerine de soruyorum; ‘Necati Cumalı, Cevat Fehmi Başkurt, Sait Faik’, hiçbirini bilmiyorlar. Kahvede Şenlik Var; üzerine oyun tanımam, dünyanın her yerinde oynarsın, muhteşem... ‘Nasıl tiyatro öğrencisisin oğlum sen!’ diyorum çocuklara, ‘Bunlar olmayınca olmaz ki!’ diyorum... Ama onlar da özenti, hepsinin kulağını çekiyorum. Bak işte, istikrar yok; herkes oyuncu, ama dövüşecek arena yok. E o zaman ne oluyor, bu diziler de var, yaşlar da genç olunca, bir rol aldıkları zaman hemen havalanıyorlar; popülist durum da kafalarının bir yerinde hep duruyor, tak bir iki kamera, bir iki bar falan... Altyapı da olmayınca, iş güç de olmayınca çıldırma noktasına geliyor çocuklar. Popüler olmak istemeyen, üretmek isteyen idealist çocuklar da var; ama onlar da bir yerden sonra tıkanıyorlar, idealizmi buzluğa kaldırıyorlar, önce para kazanalım diyorlar. Çocuklara hep şunu diyorum: “Önce adam olun, oyunculuk zaten kendiliğinden olur.” Hayat karşısında önce güzel durmak gerekiyor.

Mafya filmlerinde rol alırken meseleye sadece profesyonel açıdan mı bakıyorsunuz; oynayacağınız rol, değer yargılarınıza ters düşse bile 'her rolü oynarım' diyebilir misiniz?
Her rolü oynamam; hikâyesine, mesajına, ne oluyor ne bitiyor diye bakmam lazım. Senaryo güzelse, oradaki herhangi bir rol de olabilir. Bir filmde gaddar, katil bir adamı da oynasan hakkını vererek oynaman gerekiyor; rolü çalışırken de o adamın 'haklı' olduğunu düşünerek çalışıyorsun; neden işledi o cinayeti diye hep sorarsın kendine... İki yaşında bir kızım var, bu şiddet filmlerinden çocuğumu nasıl koruyacağımı kara kara düşünüyorum. Çocuklar kayıt cihazı gibi, ne görürse, ne duyarsa ‘tık tık’ alıyor. Psikolojide yeri vardır, kaydettiğini de unutmuyor yani. Ondan sonra ‘bir şey’ oluyor çocuk... Mesela, kızım çizgi film izlerken, Sinderella'nın üvey annesi gelince hemen kaçıyor, kenardan bakıyor, o sahne geçince de ekranın başına tekrar geçiyor. Bu durum, hayatın içinde var yani... Ama kötülük kavramını somutlaştırdılar; tiyatroda masaldaki ‘kötü’yü ‘çok kötü’ olarak da oynayabilirsin, çok daha ‘sevimli’ de oynayabilirsin. Biz bu noktadaki estetik çizgiyi karıştırdık herhalde.

Türkiye'deki adalet sistemindeki zaafiyet nedeniyle, bu tip dizeler aracılığıyla mafyalaşmanın yüceltildiğini düşünüyor musunuz?
Her şeyin başı ekonomi; ekonomimiz iyi olsa, adalet de güzel olur gibi geliyor bana. Şimdi şöyle bir şey oldu: Herkes kendi kanunlarını koymaya başladı bu ülkede, kendi çetelerini kurmaya başladı. Adalet sisteminde boşluk olduğu dönemler, ara dönemlerdir ve hep böyle olur, herkes kendi raconunu kendi keser. Ara dönemlerde, o mafya biter, öteki çıkar. Alpachino’ları da seyretmiş bu halk, Baba filmini de seyretmiş, ‘e o zaman kendi durumlarımızı kendimiz yaratalım’ diyor. Adalet hakikaten adaletliyse, zaten böyle şeyler olmuyor ki; olsa bile az oluyor. Şimdi bizim ülkemiz istikrarlı bir ülke olmadığı için, seçim dönemlerinde, ‘o parti kazandı, bu parti kaybetti’ derken herkes yolunu buluyor.

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar daha çok mahalle yaşamının, altkültürün anlatıldığı bir film, oysa Gemide yine altkültürün anlatıldığı karakterlerin filmi olsa da daha farklı.
Erkek muhabbeti böyledir aslında, iki erkek yan yana geldi mi Gemide filmindeki gibi konuşur. Biraz sert bir film. Dar Alanda Kısa Paslaşmaların dili de sokak diliydi ama, daha insanî, daha içten ilişkilerin olduğu, paylaşımın, arkadaşlığın esas alındığı bir filmdi. Seksen öncesi öyleydi çünkü. Sonra çarşı pazar karıştı, tarumar olduk, hazan yaprağı gibi döküldük kültürel anlamda... O filmde futbolcu olmanın değil, ‘adam’ olmanın mesajı veriliyordu. Kültürel açıdan tam da bir geçiş döneminin filmidir o. Şimdi herkes, bütün aileler çocuğunu kulüplere yazdırıyor. Benim kafam karmakarışık yani. Sohbete başladığımızda neredeydik, bak nereye geldik, parça parça anlatıyoruz, buradaki sohbette bile bir karışıklık var, başı sonu yok yani sohbetin, dramatik yapı bozuk yani. Bundan sonra ne olacak bilmiyoruz... Ben 78 kuşağıyım, ‘kayıp kuşak’ dedikleri kuşak... Artık beş senede bir yaşanan bir kültürel farklılık var, işte böyle bir noktaya geldik.
Şimdi yeni bir senaryo aldım buraya gelirken. Çocuklar uzun metrajlı bir film çekecekler, tiyatro yapıyor çocuklar, ‘abi nasıl olur’ diyorlar; dedim ‘oğlum siz yapın, yardım ederiz yani’... Paylaşmadan nasıl olacak ki... İnsan öğretirken bir sürü şey de öğreniyor; hele gençlerden. Ben onları izliyorum şimdi: gençler ne düşünüyorlar, ne yapıyorlar, kafaları nasıl çalışıyor, nelere gülüyor, nelere ağlıyorlar? Bundan sonra ben bütün hayatımı onlarla geçirebilirim yani, hayat içersinde onlarla çok şeyimi paylaşabilirim. Çünkü öyle bir kültürden geldim, seksen öncesi öyle bir kültür vardı. Kalabalık bir aileden gelmiyorum ama, sokakta kalabalık büyüdük. Arsalar vardı, bahçeler, yazlık sinemalar, en arkadan masa kiralanırdı, çekirdekler, poğaçalar, gaz lambası... Sonra sonra babam tayin olunca elektriği gördük. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık, kavga edersek kendi içimizde ederdik. Yarın yanağından gayrı, her şeyimiz ortaktı; biz bunu böyle bilir ve böyle devam ederdik.


Katladık dergisinin 1. sayısında yaptığım “Erkan Can’la Mafyayı Katladık” başlıklı söyleşi.

Eğlence ve maceranın tadı: K dergisi

Katladık Yazıları’ndan...

EĞLENCE VE MACERANIN TADI: K DERGİSİ


K dergisini, çıktığı günden bu yana ısrarla takip etmeye ve inatla anlamaya çaba sarfeden bir neslin evlatlarıyız. Bir rivayete göre dergi, haftalık 14 binlik bir tiraja sahipmiş! Hal böyle olunca, ‘demek ki sorun bizdeymiş’ diye düşünmeden edemedik; öyle ya, 14 bin kişinin bir bildiği olmalı! Üstelik söz konusu dergi, ‘sevilerek’ okunan bir dergiyse; ne denilebilir ki! Şunca sayısına karşın, bir tane yazar tanıtımını başından sonuna, keyif ve zevkle okuyabilme becerisi gösteremiyorsak hatayı kendimizde aramalıyız.
Derginin 22 Aralık 2006 tarihli sayısı, geçtiğimiz haftalarda Sabah gazetesiyle birlikte ücretsiz dağıtıldı. Ve iyice anladık ki, sorun ‘tamamen’ bizdeymiş! Her yazar için yapılan o alengirli, bir başka deyişle derin, felsefî (!) sözcüklerle örülü cümlelerden oluşmuş girizgâhları, o büyülü, devrik sözdizimlerini anlamak kim, biz kim!
Sözü fazla uzatmayalım da aşağıdaki hezeyan dolu satırlardan kurulmuş şu girizgâhlara bir bakalım (imla aynen korunmuştur):



K’NIN ŞATAFATLI GİRİZGÂHLARI

“Kelimelerin içini, ifade ettikleri anlamın gerçekliğiyle doldurabilmek için onlara yazarından bir şeyler de katılması gerekir... Bu açıdan bakıldığında her roman yazarını anlatır biraz da; böyle kitaplarda okuduklarımız, yazarın yaşadığı ve bizim bilemeyeceğimiz olayların, binlerce şifre içeren, üzerleri romana has şeffaf örtülerle örtülmüş manifestosuna benzerler...”
(Cana Yalçın, Beni Aldattın mı Elsa - Louis Aragon, Sayfa: 7)

Yukarıdaki örnek, yine ‘iyi’ sayılır; beterin beteri var çünkü (devam edelim):
“Duyduklarınız nerede kaldı, küçük bir çocuk olduğunuz sıralarda size anlatılanlar? Kırışarak kıpırdayan dişsiz ağızlı yaşlıların, şişe dibi gibi gözlüklerine rağmen yine de sizi seçebilmek, hatta neredeyse kim olduğunuzu çıkarabilmek için gözlerini kısarak anlattıkları o doğduğunuz toprağın geçmişi olan efsaneleri, gizemli cinlerin, iyiliksever perilerin, saydamlıklarıyla var oluşu yaralayan hayaletlerin tasvir edildiği mistik hikâyeleri, korkunç kıyımların kendi korkunçluğunu aşan ayrıntılarıyla dile getirildiği savaş anılarını, genellikle kerevetine hep beraber çıkılan o zoraki mutlu sonlarla biten masalları unuttunuz mu?”
(Cansu Yılmazçelik, Cinlerin Yazarı - Gabriel Garcia Marquez, Sayfa: 16)

Lafı dolandırıp durmakta K’nın üzerine bir başka dergi var mıdır acaba? Ama asıl ‘garabet’ aşağıdadır:
“Çocukken basittik. Dünya komik bir gerçeklik, hayaller oyunların bahanesiydi. Sokaklarda ağaçlar ve yollar, evlerde kahkahalar ve rüyalar yaşardı. Sonu olmayan masallar anlatırdık sıkılmadan. Zamanın nerede oturduğunu bilmezdik. Herkes çok büyük, ölüm imkânsızdı.”

Diyelim ki, bu girizgâh sizi kesmedi; arkadaşımız, yazının ilerleyen bölümlerinde size, ‘sokak jargonu’yla yazar tanıtımının ‘gayri-estetik/postmodern’ buluşmasını gösterecek:
“Vonnegut yirmili yaşların avareliğini yaşadığı yıllarda annesi intihar etti. Ölümle ilk karşılaşması oldu bu. 1944’te Almanların karşısında yer alan Amerikan Ordusu’nun askeri oldu. İkinci Dünya Savaşı’na katıldı. Dresden katliamında ölmedi. Ölüm bu kez gösterip de vermedi.”
(Hazal Yılmaz, Melekler Mafya Olsaydı - Kurt Vonnegut, Sayfa: 2)



DERGİNİN SERÜVENİ

K’nın çıkmaya başlamasının üzerinden neredeyse bir yıl geçti, ne var ki yazar arkadaşlar en ufak bir ilerleme ‘kaydedemedi’; uzadıkça uzayan, bin dereden su getirilen, üç-dört paragraflık aynı ‘enteresan’ girizgâhlar; laf olsun beri gelsin edasıyla metne sıkıştırılan sözcükler; gelişigüzel, karmakarışık, acayip sözdizimleri; ilk anda büyük büyük laflar ediliyormuş intibası uyandıran anlaşılması zor, devrik cümle yapıları...



K YAZARLARINA ÖNERİ


Derginin yazarları, bütün yazıların tek bir kalemden çıkıyormuş izlenimi verdiğini hiç mi fark etmiyorlar; sanki bütün yazıları -mahlas kullanarak- Pakize Barışta kaleme alıyor. Hayır yani, kullandıkları bu özentili, savruk ve özensiz dili Pakize Ablalarından edindilerse, yanlış yoldalar! (Radikal İki arşivine giriniz ve ablanız Pakize Barışta’nın 27 Mayıs 2001 tarihli “Akan Zamanın Sahibi” ve 10 Haziran 2001 tarihli “İsyan Günlerinde Dans” başlıklı hezeyanlarını -ve tabii Ahmet Oktay’ın söz konusu yazılara ilişkin, 3 Haziran 2001 tarihli “Eleştirmeci Üzerine” ve 17 Haziran 2001 tarihli “Eleştiri mi Reklam mı?” yanıtlarını- okuyunuz.)


OKUYUCULAR İÇİN MİNİK BİR TEST

Bugüne dek onlarca sayısı çıkan dergide sayısız yazar tanıtımı okudunuz; sizi derinden etkileyen bir yazarın yaşamıyla ilgili iki paragraflık bir tanıtım yazısı yazabilir misiniz? Aklınızda en ufak bir bilgi kırıntısı kaldı mı? Bu soruya verilecek yanıt, bir derginin varlık nedenine verilmiş en sağlıklı ve en sağlam yanıtlardan biri de olur aynı zamanda...



SONSÖZ YERİNE

Bu yazı, K dergisini ‘kurtarmak’ için kaleme alınmamış, tamamen okuyucuları için tasarlanmıştır; çünkü büyük bölümü, nitelikli edebiyat, öykü ve şiir dergilerini takip etmedikleri gibi, sağa sola ‘özentili’ ve ‘ağdalı’ bir dille öykü, deneme, inceleme ve kitap tanıtım yazıları göndermekten de geri kalmıyor... Sadece K ile olmaz; bizden söylemesi...


Katladık dergisi, Sayı: 4, Yıl: 2006

29 Kasım 2011 Salı

Sesiniz, biliyorum!

Melankoli Yazılarından...

SESİNİZ, BİLİYORUM!



Efendim;
Kaç gündür gözlerinize bakmadım; kaç gündür yüzünüzü görmedim.
Hep sizi bekledim; yolunuzu gözledim.

Efendim;
Allah biliyor ya, sesinizdi özlemimi avutan; hani bir de sesinizi duymasam, şimdiye çoktan ölürdüm.
Çünkü sesinizdi; sesimden uzak kaldıkça beni ıssız bir ormana atan.
Sesinizdi; duymasam, beni tuhaf ama tatlı bir sokakta yapayalnız, bir başına bırakan.
Sesinizdi efendim ve galiba gölgeliydi; biraz olsun, sizi yitirme korkusundan beni alıkoyan.
Ama sesinizdi işte ve sizindi; her geçen gün size daha fazla bağlanmama sebep olan.
Sesinizdi; belki bana, ‘bunun benim son şansım’ olduğunu anımsatan.

Ama sesinizdi.
Ve çok sessizdi.
Sanki zamanın çekilişi, kanımın ıpılık akıverişi...

Efendim;
Benim için siz demek; sizi seviyorum demek.
Benim için siz demek; adınızı ezberlemek.
Benim için siz demek; sesinizi sevmek, sesinizle sevişmek...

Kaç gündür gözlerinize hasretim efendim; kaç gündür yüzüne, saçınıza.
Allahtan, sesinizi esirgemediniz benden.
Yoksa sessizlikten ölürdüm.


2012’de yayımlanacak olan Melankoli Kitabı’ndan...

İlhan Şeşen'le 'Çıldırmak'

Cumba İstanbul arşivinden...

İLHAN ŞEŞEN'LE ‘ÇILDIRMAK’ ÜZERİNE...


Nedim Taflan, iki nedenle aklımda kalmıştır:
Birincisi, şiir yazdığı için; ikincisi, benim şiire ilgim olduğu için.
Bir gün bir cenaze töreninde Nedim Taflan da vardı, yanına gittim, net hatırlamıyorum ama şöyle bir şey söyledi bana: “Ölüleri toprakla kapadıkça yaşadığımı hissediyorum.” 
Bu çılgınca şey, günlüğümde hâlâ yazar.

‘Çıldırmak’ sözcüğü size neyi çağrıştırıyor?
Bir köşeye sahip olup, yıllarca o köşede yazı yazmak, benim hayatta en çok istediğim şeylerden biridir. Yazmak neredeyse çıldırmakla eşdeğer. Ama benim için çıldırmak imkânsız gibi bir şey, çıldıranları da pek fazla anlamıyorum.
Hayatımda yaptığım en büyük çılgınlık neydi diye şöyle bir geriye baktığımda, üç beş tane çılgınlık görüyorum. Bunları eleyip iki tanesini söylemek gerekirse; bir tanesi yamaç paraşütü yapmak, diğeri de üniversiteye girmek. Ama benim için, üniversiteye girmek, yamaç paraşütünden daha büyük bir çılgınlık. Üniversiteye girmek istiyordum ve giremediğim için de çıldırıyordum. Tabii, o an için farkında değildim, çünkü çıldırma anının ne kadar süreceği belli olmaz, yaşarken bunu anlayamazsın, sadece geçmişe baktığın zaman onun gerçek bir çılgınlık olduğunu görebilirsin. Çıldırmıştım. Bir buçuk ay boyunca, her allahın günü Kadıköy’den Beyazıt’a geçip hukuk fakültesine gidiyordum. Ve her geçişimde görevliye şu soruyu soruyordum: “Düştü mü efendim notlar”; “Düşmedi”... “Düştü mü?”; “Düşmedi”...
Bunu otuz ya da kırk kere arka arkaya tekrarlamak çok kolay; ama her gün bunu yapmak, işte bu çılgınlık... Hukuk fakültesine asla giremeyeceğimi bile bile, bir buçuk ay boyunca gidip geldim. Sonunda bu sorudan sıkılan adam bana şöyle dedi: “Sen buraya girmeyi çok istiyorsun.”
Halbuki çok istediğim falan yoktu. Sadece, gidebileceğim yegâne üniversite orasıydı. “Evet.” dedim. “Evrakların hazır mı?” dedi, “Hazır.” dedim. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. “Oraya çık, buraya git.” dedi. Önüme bir karne attı: 15106, hukuk fakültesi öğrencisi İlhan Şeşen. Ve ben hukuk fakültesini üç buçuk senede bitirdim; çünkü çıldırmıştım. Bir an evvel bitirilmesi gereken bir şeydi. Benim hayatımdaki en büyük çıldırma dönemi odur.

Küçükken yaşadığınız çevrede ‘deli’ denilebilecek türde, dış dünyayla bağlantısı kopmuş kişiler var mıydı? İlk karşılaştığınız deliyi hatırlıyor musunuz?
Karşılaştığım ilk deli, Nedim Taflan’dı. Adını bile hatırlıyorum. Çocukluk yıllarımda, Nedim Taflan, benim tanıdığım ilk deliydi ve ilk şair. Belki hâlâ yaşıyor ve hâlâ şiir yazıyordur. Eğer hâlâ yaşıyorsa, Samsun'da, ellili-altmışlı yaşlarda falandır. Ben on bir yaşındaydım. Nedim Taflan, iki nedenle aklımda kalmıştır: Birincisi, şiir yazdığı için; ikincisi, benim şiire ilgim olduğu için. Bir gün bir cenaze töreninde Nedim Taflan da vardı, yanına gittim, net hatırlamıyorum ama şöyle bir şey söyledi bana: “Ölüleri toprakla kapadıkça yaşadığımı hissediyorum.”
Bu çılgınca şey, günlüğümde hâlâ yazar. O günlüğe hiç bakmıyorum ama, benim için bir manası var... Nedim Taflan’ı bulabilirseniz, hâlâ yaşıyorsa, o mutlaka bir şeyler yapmıştır; o öyle bir şairdir.

‘Eyvah, galiba çıldırıyorum’ dediğiniz anlarınız hiç oldu mu?
Çıldırıyorum dediğim zamanlar, dönem dönem oldu. Fakat ‘eyvah’ demedim asla. Bütün bu anlarımın çalışmakla geçtiğini gördüğüm içindir belki. Çalışmasa çıldırabilir insan.

Yani sanatsal üretim ‘çıldırma’yı önleyebilir?
Sadece sanatsal anlamda üretim değil, herhangi bir şeyle uğraşmak da çıldırmayı engeller. Bence şu tip insanlar çıldırmıştır: Elini eteğini her şeyden çekip bahçesinde çiçekleri sulayanlar... Peki, ben ne zaman çıldırabilirim? Eğer bir gün tek başıma kalırsam. Çünkü insanlar birbirine muhtaçtır; çünkü yaşadığımız çağ, çıldırmaya müsait bir çağ.

Mutsuzluk ‘çıldırma’ nedenimiz olabilir mi peki?
İşte, ‘mutlu olmak şart değildir’e vardığım için ben bu noktadan sonra kolay kolay çıldırmam. Ama özelimden gelecek olursam, yaptığım meslek itibariyle zaten mutsuz bir insanım. Ama mutluluktan da üretim doğmaz, bu da böyle bir gerçek. Mutluluk dışadönüktür, mutsuzluk ise içedönük. Üretim derken, soyut bir üretimden söz ediyorum tabii ki. Yani bir şarkı, bir şiir, bir heykel; soyut bir şey yani. Elle tutulur falan ama, soyuttur. Dolayısıyla üretim sırasındaki özel mutsuzluk hali, zaten bende devamlı mevcut bir durumdur. Bazı şeyleri başka türlü ifade ediyor olabilirim ama, bu fikirleri ilkin Montaigne’den duydum. Montaigne’i okuduğunuzda, düşüncelerinin ne kadar yalın, ne kadar anlaşılır olduğunu görürsünüz. Bu özelliklerinden dolayı hâlâ aşılamadı tabii. ‘Hayatın çok derinmiş gibi algılanılan meselelerini bırakıp işimize bakalım’ tavrı benim çok hoşuma gitti.
Ne diyorum, mutlak yalnızlık çıldırma halidir. Ben, bir toplum içinde yaşamayı doğru buluyorum. Hepimiz yolda bir kedi ölüsü görmüşüzdür; mutlak yalnızsak gidip bakarız. Benim dediğim, toplum içinde yaşıyor olmanın insana yüklediği korkular ve içimize yerleşen bazı duyguların bulunduğudur. Ben bunlarla birlikte yaşamaktan söz ediyorum yani. Belki de konuşulan her şeyin ötesinde, hayat kabul etmektir. Benim felsefem böyle biçimlendi. Önce kendini kabul etmek değil, önce başkalarını kabul etmektir. Hayat tartışmak için var, erişebildiğim her şey benim için bir şans diye düşünüyorum.

Ekolojik bozukluk ve plansız yapılaşma, insanı çıldırtacak düzeyde, kentleri yaşanmaz hale getirdi...
Çıldırmamak işten değil! Kalamış -ki ben uzun zamandır burdayım-; burası denizdi, burdan denize girerdik, pırıl pırıldı. Mesela, diyelim ki ben öldüm ve beni dondurdular, şimdi uyandırıp bana dediler ki, burası Kalamış.  İşte o zaman çıldırırdım. Çünkü ani şeyler çıldırtır. 1968’de öyle bir şey olsaydı, gözlerimi açıp şu halini görseydim 2006’da, asla inanmazdım. Ama bu yavaş yavaş oldu, onun için çıldırmadım.
İnsan kendini ulvileştirerek dünyayı mahvetmiştir. Geçmişte canlı türleri çoğalarak yok olmuştur. Yani, dünyadaki nüfus artışını en büyük tehlike olarak görüyorum. Türkiye’nin en büyük sorunu bu. Bu sorun insanın canını sıkmıyor değil.

Öte yandan ‘tüketim çılgınlığı’ bütün toplumsal kesimleri egemenliği altına alıyor; toplumsal travmanın bir sonucu mu bu durum?
Geçen gün bir mağazaya girdim, tezgâhtar öyle hoş bir şey söyledi ki, “Alışveriş insanı mutlu eder.” dedi. Aslında doğru. Mesela kendine bir anahtarlık alıyorsun, iki gün o anahtarlığa bakıyorsun, kendini daha mutlu hissediyorsun. Bu da gerçek ama, öte yandan şu da bir başka gerçek: tüketim çılgınlığı aldı başını yürüdü; çağımızda üretmeden tüketmek moda oldu. En azından Türkiye açısından bu böyle. Türkiye bir tarım ve turizm ülkesidir ve yıllardır söylenegelen ağır sanayi palavrasından vazgeçilmelidir.

‘Çıldırmak’la ‘yaratıcılık’ arasında çok ince bir çizgi olduğu söylenir hep...
Yaratmak diye bir şey yoktur. Aksi düşünüldüğünde kişi yaptığı şeyi tanrısallaştırır. Ne üretiyorsan sembollerle, genetik yapınla yapıyorsun. Yaratmak diye bir şeyi kabul etmem olanaksız. Yani ben, neden çıldırmam diyorum; bu gerçeği kabul ettiğim için. Hayat kabul etmektir. Ben ‘şunu’ nasıl yaptım: burada bir kelime vardı oradan aldım, arkadaşımın biri şöyle dedi oradan çaldım, aklımda kalan bir melodi vardı ondan esinlendim... İşim bu benim... Yoksa bu bir şey yaratmak değil...

(Bu söyleşi, aylık kültür-sanat gazetesi Cumba İstanbul’un Şubat 2006 tarihli “Çıldırmak” dosyası için yapılmıştır.)

Ve Kâinatın Yok Oluşu

 Cellatlar ve Soytarılar’dan...

VE KÂİNATIN YOK OLUŞU

“...Ve gökler ve yer ve onların bütün orduları itham olundu.
Ve Allah yaptığı işi yedinci günde bitirdi...
Ve Allah yedinci günü mübarek kıldı, ve onu takdis etti...”
(Eski Ahit / Tekvin / Bölüm II)

Başlangıçta gözlerinin ışıltısı vardı; başlangıçta sen vardın...
Sensiz geçen altı günümü yazdım:

Karanlık ışığı silmişti ve ışık karanlığa yenilmişti... Hiç mi aramaz gözlerimi, dedim, kendi kendime, hiç mi özlemez...
Akşam oldu... Sabah oldu...
Özlemedi... (Birinci Gün)

Gökyüzü baştan başa kan oldu; gözlerim baştan sona kan... Hiç mi düşünmez bu beni, dedim, hiç mi sevmemiş...
Akşam oldu... Sabah oldu...
Sevmemiş... (İkinci Gün)

Ve yeryüzü çatladı, ve toprak kurudu, ve bitkiler çürüdü, ve denizler kabardı ve taştı, ve yeryüzü boğuldu... Hiç mi acımaz bana bu, dedim, hiç mi aklına getirmez, hiç mi üşümez yüreği...
Akşam oldu... Sabah oldu...
Üşümemiş... (Üçüncü Gün)

Gün şerha şerha yarıldı, güneş parçalara ayrıldı, gökkubbenin ışıkları söndü; ve ay battı...
Ve alâmetler için, ve vakitler için, ve günler ve seneler için, ve senin için, ve ömrümü sana adamak için yaratıldım ben, dedim... ve duy beni, dedim, ve gör artık ey sevgili...
Akşam oldu... Sabah oldu...
Duymadı... (Dördüncü Gün)

Suyun altındaki canlılar öldü, balıklar öldü... yerin üstündeki mahlûkatın nesli tükendi, kuşların nesli bir bir tükendi... Zaman geçiyor, hayat bitiyor cânânım, dedim; bak, her şey gibi ömür de tükeniyor, dedim; dön artık cânânım, dedim, dön artık...
Akşam oldu... Sabah oldu...
Dönmedi... (Beşinci Gün)

Tüm olan biten iradem dışındaydı...
Aslolan yalnızlıkmış, dedim, kendi kendime, aslolan yoklukmuş...
Akşam oldu... Sabah oldu...
Aslolan yoklukmuş... (Altıncı Gün)

Sensiz geçen altı günümü yazdım; yok olmuş bir kainatın parçasıyım şimdi... (Yedinci Gün)

Sana ve Kâinata Dair

Cellatlar ve Soytarılar’dan...

SANA VE KÂİNATA DAİR

Sonra sen, birdenbire susuyorsun. Yeryüzünün bütün sesleri susuyor. Nesneler ve canlılar susuyor. Herkes ve her şey donup kalıyor. Hayat ritmini yitiriyor.
Sen ne vakit sussan, sessizliğin ürperticiliğiyle çevrelenmiş koyu, yapışkan bir anafor bedenimizi sarıyor baştan başa; ve devinimsiz bir ‘an’dan geriye, tatlı bir melankoli kalıyor ikimize.
Sen susuyorsun; kâinatın bütün sesleri susuyor...

***
Sonra, apansız ve hiç sebepsiz ağlamaya başlıyorsun. Ilık bir hüzün sağanağı süzülüyor kirpiklerinden.
İçimin izbe ve karanlık sokaklarında, yolunu kaybetmiş, evini bulamama korkusuyla dolu küçük bir çocuğun bütün tedirginliğini taşıyarak omuzlarımda, seslere tutuna tutuna, gözlerini arıyorum.
Sen ağlıyorsun; kâinatın bütün dengesi bozuluyor.

***
Ansızın, gülmeye başlıyorsun; küçük bir kız çocuğunun şımarıklığını takınarak... Yeryüzünün bütün nesneleri birbirine karışıyor; iç içe geçip durmaksızın yer değiştiriyorlar... Koskoca kâinat sanki lunaparka dönüyor... Senin gözbebeklerinde atlıkarıncalar, zincirlisalıncaklar...
Ansızın, küçük bir kız çocuğunun bütün şımarıklığını takınarak, gülmeye başlıyorsun.
Benim kalbimde yıkılmış binalar, dağılmış sığınaklar...

***
Havalar soğumaya başlamıştı. Sonbahardı. Ne güzel, dedim içimden... Yağmur sonralarının toprak kokusunu birlikte soluyacağız... Ağaçların yapraklarından soyunuşunu birlikte izleyeceğiz...
Sonra kış gelecek... Sonra ilkbahar... Gökyüzünün kurşuni renklerini, karın yağışını, çiçeklerin insanı sarhoş eden kokusunu birlikte duyumsayacağız...
Ne güzel, dedim... Sanki bütün mevsimler ona adanmış... Sanki bütün kâinat onun için yaratılmış...

***
Bir gece, kâinata yazdım bunları... 
Sana değil, ona bir şey olmasından korkuyordum...

Gün'e ve Kül'e

Cellatlar ve Soytarılardan...

GÜNE VE KÜLE


Gün’e

Sonra kendime, kelimelerimden bir ‘sen’ yarattım; ve sana, esmer bakışlar, şefkatli sarılışlar, çocuksu utanışlar kattım.
Kelimelerimden kendime bir ‘sen’ yarattım ve ‘sen’den manasız kıskanışlar, arzulu uyanışlar, isteksiz ayrılışlar yaptım.
Ve kelimelerimin arasına, senin kelimelerini kattım.

Sonra kendi kelimelerimle yarattığım ‘sen’den, senin kelimelerinden, sancılı ve ağrılı bir aşk yaptım; yani ‘sen’den ve senin kelimelerinden kendime, tutkulu bir dünya yaptım; ve kendi kelimelerimden sana virane, tahta köprüler uzattım.
Ve senin kelimelerin arasına, kendi kelimelerimi bıraktım; ıslak dokunuşlar, nemli okşayışlar ve melankolik bekleyişler kattım, buruk öpüşler ve tatlı ürperişler bıraktım.

Sonra kendi kelimelerimle yarattığım ‘sen’den ve senin kelimelerinden, ölçüsüz çıkışlar, anlık çekilişler ve anlamsız terk edilişler yaptım.
Ve ‘sen’den bana, senin kelimelerinden kurulmuş, altında dipsiz uçurumlar büyüten yıkık köprüler uzattım.

Şimdi ‘sen’ gidiyormuşsun.
Umurumda mı sanıyorsun.
Nasıl olsa bana ‘kelimeleri’ni bıraktın.


Gül’e

Arz'ın uçlarına çekildim ve hiçliği gördüm.
Herkesin çekip gittiği ve her şeyin bittiği yer burası.

Sordum Vaize: Âlemlerin Rabbi görmez mi beni?
Sordum: Âlemlerin Rabbi hiç işitmez mi?
“Yok,” dedi, “boşuna arama! Güneşin ardında yeni bir şey yok!”
“Yok,” dedi Vaiz, “bu kentte ruhuna dokunabilecek hiçbir şey ve hiç kimse yok!”

Arz’ın uçlarına çekildim... ve onu gördüm.
Ve anladım:
Meğer gül içinmiş bunca telaş... Gül içinmiş, gülün küle yakınlığı... Gül içinmiş meğer güle sebep ağrılar... Gül içinmiş, ruhumu çırılçıplak soyup Arz’ın uçlarından Arş'ın merkezine doğru yükselten zaman... Gül içinmiş bunca bekleyiş, bunca serzeniş...

Anladım:
Gül içinmiş, gülün güle uzaklığı...


Gece’ye

Seslerin ve kelimelerin arkadaşlığı bu.
Kelimelerin sesleri etkilediği, seslerin kelimeleri heyecanlandırdığı bir arkadaşlık.

Sesin kelimeye, “Çok yalnızım,” dediği; kelimenin sese, “Uzaklığımız bir cümlenin içindeki kelimelerin birbirine uzaklığı kadar,” diye yanıt verdiği bir arkadaşlık.

Seslerin ve kelimelerin her karşılaşmasında önce kendilerinden başladıkları, ama hangisinin hangisi olduğunu bilmedikleri upuzun bir cümle gibi; hep incitilmiş ve incitilme ihtimalini sürekli kalbinde saklı tutan mutsuz insanlar gibi; tedirgin...

Sesin kelimeye, “Masalın aslı budur,” dediği...
Kelimenin sese, “Hikâyenin aslı sensin,” dediği...


Ve Kül’e

Şimdi sana bir üçüncü kapı açıyorum:
Çünkü bazılarının tutkuları hep yarım kalır ve bazılarının öyküleri hep yarımdır. Çünkü bazı insanlar endişelerinin kurbanı olur, bazılarının bütün bir yaşamı kuşkular üzerine kuruludur.

Şimdi sana bir üçüncü kapı açıyorum:
Bilindik dünyaların durağanlığından uzak; tanımsız-devingen hayatlara açılıyor o kapı. Birbirine dokunmayan vakitlere, utanç ve pişmanlığı ağır bir zincir gibi sürüklemek zorunda kalmayacağın zamanlara açılıyor. Edinilmemiş, acemi rollere; ayarlanmamış, şaşkın saatlere...

Şimdi bir üçüncü kapı açıyorum sana; ve hayata:
Mimiklerin ve jestlerin, bakışların ve gülüşlerin sahiciliğiyle örülmüş anları gölgeleyen sözcükler yok orada. İmaların, ironilerin ya da kinayelerin hükmü yok.
O kapının ardında sen varsın... Senin yalnızlığın... Ve birbirinin yalnızlığına tutunmaya çalışan başkaları...
Şimdi sen bu satırları birleştirdiğinde, ortaya edebî bir metin çıktığını sanacaksın; ve sana bir üçüncü kapı açtığımı belki hiç anlamayacaksın...

Ama o kapıdan geçecek olan sensin; ardında seni bekleyen bir başka senle, kendinle buluşmak için... Kendine dokunmak için...

Şimdi bir üçüncü kapı açıyorum sana:
Sadece sana...
Ve hayata...