29 Kasım 2011 Salı

İlhan Şeşen'le 'Çıldırmak'

Cumba İstanbul arşivinden...

İLHAN ŞEŞEN'LE ‘ÇILDIRMAK’ ÜZERİNE...


Nedim Taflan, iki nedenle aklımda kalmıştır:
Birincisi, şiir yazdığı için; ikincisi, benim şiire ilgim olduğu için.
Bir gün bir cenaze töreninde Nedim Taflan da vardı, yanına gittim, net hatırlamıyorum ama şöyle bir şey söyledi bana: “Ölüleri toprakla kapadıkça yaşadığımı hissediyorum.” 
Bu çılgınca şey, günlüğümde hâlâ yazar.

‘Çıldırmak’ sözcüğü size neyi çağrıştırıyor?
Bir köşeye sahip olup, yıllarca o köşede yazı yazmak, benim hayatta en çok istediğim şeylerden biridir. Yazmak neredeyse çıldırmakla eşdeğer. Ama benim için çıldırmak imkânsız gibi bir şey, çıldıranları da pek fazla anlamıyorum.
Hayatımda yaptığım en büyük çılgınlık neydi diye şöyle bir geriye baktığımda, üç beş tane çılgınlık görüyorum. Bunları eleyip iki tanesini söylemek gerekirse; bir tanesi yamaç paraşütü yapmak, diğeri de üniversiteye girmek. Ama benim için, üniversiteye girmek, yamaç paraşütünden daha büyük bir çılgınlık. Üniversiteye girmek istiyordum ve giremediğim için de çıldırıyordum. Tabii, o an için farkında değildim, çünkü çıldırma anının ne kadar süreceği belli olmaz, yaşarken bunu anlayamazsın, sadece geçmişe baktığın zaman onun gerçek bir çılgınlık olduğunu görebilirsin. Çıldırmıştım. Bir buçuk ay boyunca, her allahın günü Kadıköy’den Beyazıt’a geçip hukuk fakültesine gidiyordum. Ve her geçişimde görevliye şu soruyu soruyordum: “Düştü mü efendim notlar”; “Düşmedi”... “Düştü mü?”; “Düşmedi”...
Bunu otuz ya da kırk kere arka arkaya tekrarlamak çok kolay; ama her gün bunu yapmak, işte bu çılgınlık... Hukuk fakültesine asla giremeyeceğimi bile bile, bir buçuk ay boyunca gidip geldim. Sonunda bu sorudan sıkılan adam bana şöyle dedi: “Sen buraya girmeyi çok istiyorsun.”
Halbuki çok istediğim falan yoktu. Sadece, gidebileceğim yegâne üniversite orasıydı. “Evet.” dedim. “Evrakların hazır mı?” dedi, “Hazır.” dedim. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. “Oraya çık, buraya git.” dedi. Önüme bir karne attı: 15106, hukuk fakültesi öğrencisi İlhan Şeşen. Ve ben hukuk fakültesini üç buçuk senede bitirdim; çünkü çıldırmıştım. Bir an evvel bitirilmesi gereken bir şeydi. Benim hayatımdaki en büyük çıldırma dönemi odur.

Küçükken yaşadığınız çevrede ‘deli’ denilebilecek türde, dış dünyayla bağlantısı kopmuş kişiler var mıydı? İlk karşılaştığınız deliyi hatırlıyor musunuz?
Karşılaştığım ilk deli, Nedim Taflan’dı. Adını bile hatırlıyorum. Çocukluk yıllarımda, Nedim Taflan, benim tanıdığım ilk deliydi ve ilk şair. Belki hâlâ yaşıyor ve hâlâ şiir yazıyordur. Eğer hâlâ yaşıyorsa, Samsun'da, ellili-altmışlı yaşlarda falandır. Ben on bir yaşındaydım. Nedim Taflan, iki nedenle aklımda kalmıştır: Birincisi, şiir yazdığı için; ikincisi, benim şiire ilgim olduğu için. Bir gün bir cenaze töreninde Nedim Taflan da vardı, yanına gittim, net hatırlamıyorum ama şöyle bir şey söyledi bana: “Ölüleri toprakla kapadıkça yaşadığımı hissediyorum.”
Bu çılgınca şey, günlüğümde hâlâ yazar. O günlüğe hiç bakmıyorum ama, benim için bir manası var... Nedim Taflan’ı bulabilirseniz, hâlâ yaşıyorsa, o mutlaka bir şeyler yapmıştır; o öyle bir şairdir.

‘Eyvah, galiba çıldırıyorum’ dediğiniz anlarınız hiç oldu mu?
Çıldırıyorum dediğim zamanlar, dönem dönem oldu. Fakat ‘eyvah’ demedim asla. Bütün bu anlarımın çalışmakla geçtiğini gördüğüm içindir belki. Çalışmasa çıldırabilir insan.

Yani sanatsal üretim ‘çıldırma’yı önleyebilir?
Sadece sanatsal anlamda üretim değil, herhangi bir şeyle uğraşmak da çıldırmayı engeller. Bence şu tip insanlar çıldırmıştır: Elini eteğini her şeyden çekip bahçesinde çiçekleri sulayanlar... Peki, ben ne zaman çıldırabilirim? Eğer bir gün tek başıma kalırsam. Çünkü insanlar birbirine muhtaçtır; çünkü yaşadığımız çağ, çıldırmaya müsait bir çağ.

Mutsuzluk ‘çıldırma’ nedenimiz olabilir mi peki?
İşte, ‘mutlu olmak şart değildir’e vardığım için ben bu noktadan sonra kolay kolay çıldırmam. Ama özelimden gelecek olursam, yaptığım meslek itibariyle zaten mutsuz bir insanım. Ama mutluluktan da üretim doğmaz, bu da böyle bir gerçek. Mutluluk dışadönüktür, mutsuzluk ise içedönük. Üretim derken, soyut bir üretimden söz ediyorum tabii ki. Yani bir şarkı, bir şiir, bir heykel; soyut bir şey yani. Elle tutulur falan ama, soyuttur. Dolayısıyla üretim sırasındaki özel mutsuzluk hali, zaten bende devamlı mevcut bir durumdur. Bazı şeyleri başka türlü ifade ediyor olabilirim ama, bu fikirleri ilkin Montaigne’den duydum. Montaigne’i okuduğunuzda, düşüncelerinin ne kadar yalın, ne kadar anlaşılır olduğunu görürsünüz. Bu özelliklerinden dolayı hâlâ aşılamadı tabii. ‘Hayatın çok derinmiş gibi algılanılan meselelerini bırakıp işimize bakalım’ tavrı benim çok hoşuma gitti.
Ne diyorum, mutlak yalnızlık çıldırma halidir. Ben, bir toplum içinde yaşamayı doğru buluyorum. Hepimiz yolda bir kedi ölüsü görmüşüzdür; mutlak yalnızsak gidip bakarız. Benim dediğim, toplum içinde yaşıyor olmanın insana yüklediği korkular ve içimize yerleşen bazı duyguların bulunduğudur. Ben bunlarla birlikte yaşamaktan söz ediyorum yani. Belki de konuşulan her şeyin ötesinde, hayat kabul etmektir. Benim felsefem böyle biçimlendi. Önce kendini kabul etmek değil, önce başkalarını kabul etmektir. Hayat tartışmak için var, erişebildiğim her şey benim için bir şans diye düşünüyorum.

Ekolojik bozukluk ve plansız yapılaşma, insanı çıldırtacak düzeyde, kentleri yaşanmaz hale getirdi...
Çıldırmamak işten değil! Kalamış -ki ben uzun zamandır burdayım-; burası denizdi, burdan denize girerdik, pırıl pırıldı. Mesela, diyelim ki ben öldüm ve beni dondurdular, şimdi uyandırıp bana dediler ki, burası Kalamış.  İşte o zaman çıldırırdım. Çünkü ani şeyler çıldırtır. 1968’de öyle bir şey olsaydı, gözlerimi açıp şu halini görseydim 2006’da, asla inanmazdım. Ama bu yavaş yavaş oldu, onun için çıldırmadım.
İnsan kendini ulvileştirerek dünyayı mahvetmiştir. Geçmişte canlı türleri çoğalarak yok olmuştur. Yani, dünyadaki nüfus artışını en büyük tehlike olarak görüyorum. Türkiye’nin en büyük sorunu bu. Bu sorun insanın canını sıkmıyor değil.

Öte yandan ‘tüketim çılgınlığı’ bütün toplumsal kesimleri egemenliği altına alıyor; toplumsal travmanın bir sonucu mu bu durum?
Geçen gün bir mağazaya girdim, tezgâhtar öyle hoş bir şey söyledi ki, “Alışveriş insanı mutlu eder.” dedi. Aslında doğru. Mesela kendine bir anahtarlık alıyorsun, iki gün o anahtarlığa bakıyorsun, kendini daha mutlu hissediyorsun. Bu da gerçek ama, öte yandan şu da bir başka gerçek: tüketim çılgınlığı aldı başını yürüdü; çağımızda üretmeden tüketmek moda oldu. En azından Türkiye açısından bu böyle. Türkiye bir tarım ve turizm ülkesidir ve yıllardır söylenegelen ağır sanayi palavrasından vazgeçilmelidir.

‘Çıldırmak’la ‘yaratıcılık’ arasında çok ince bir çizgi olduğu söylenir hep...
Yaratmak diye bir şey yoktur. Aksi düşünüldüğünde kişi yaptığı şeyi tanrısallaştırır. Ne üretiyorsan sembollerle, genetik yapınla yapıyorsun. Yaratmak diye bir şeyi kabul etmem olanaksız. Yani ben, neden çıldırmam diyorum; bu gerçeği kabul ettiğim için. Hayat kabul etmektir. Ben ‘şunu’ nasıl yaptım: burada bir kelime vardı oradan aldım, arkadaşımın biri şöyle dedi oradan çaldım, aklımda kalan bir melodi vardı ondan esinlendim... İşim bu benim... Yoksa bu bir şey yaratmak değil...

(Bu söyleşi, aylık kültür-sanat gazetesi Cumba İstanbul’un Şubat 2006 tarihli “Çıldırmak” dosyası için yapılmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder