21 Eylül 2012 Cuma

Yalnızlık Sapması

“Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yuhanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar)

Türkçe şiirin günümüzün en büyük temsilcilerinden biri sayılan -ve o gün için hayatta olmayan- bir şairin eşini aramıştım telefonla bir vakitler. Kendisini, Salâh Birsel’in 1. ölüm yıldönümüne ilişkin gerçekleştireceğimiz bir etkinliğe konuşmacı olarak davet edecektim. Ama o bana, üç gün önce ölen kedisini anlatmaya başladı, “Kendimi çok kötü hissediyorum,” dedi, “üç gündür evin içinde dört dönüyorum.”
Bu durum, başka bir şairin ‘yalnızlık paylaşılmaz/ paylaşılsa yalnızlık olmaz’ deyişine pek benzemiyordu. Belli ki, Aydınlanmacı düşün-sanat insanlarının tercih ettiği türden bir yalnızlık değildi onunkisi. Ne Meursault’nun yalnızlığına, ne Franny ve Zooey’in yalnızlığına, ne de Zebercet’in yalnızlığına benziyordu onun yalnızlığı…
Bu olaydan yedi sene sonra, yaşayan şairlerimiz arasında -bugün bile- en iyilerden biri olarak kabul edilen bir başka şairin evinde söyleşi yaparken, tıpkı o da diğer kadın gibi, ‘bir yıl önce kedisini kaybettiğini’ söylemişti bana, o kadar üzülmüştü ki, “Bir daha eve kedi almayacağım!” demişti.
Bu muydu yalnızlık denilen şey? Kişinin bile-isteye ‘çarmıhını sırtında taşır gibi taşıdığı’ bir şey değil de, bir çeşit yazgı hali miydi? Topluma ve dünyaya yabancılaşan kent insanının, kendisini -benliğini de içerecek şekilde- türdeşlerinden yalıtarak, kimsesizliğini ‘dilsiz varlıklar’a yöneltme isteği miydi? Belki bir ölçüde böyleydi. Ama Franny gibi ‘kendi sesini bile duymaya tahammül edemediği’ için bir yandan insanlarla arasındaki mesafeyi açarken, öte yandan ‘tedavi’yi yine onlarda arayarak kapatmaya çalışanların da gerçekte bize o kişinin ne denli şaşmaz bir biçimde kelimeler dünyasına doğru kronik bir ‘geçiş’ yaptığına işaret ediyordu bu durum.
Kelimelerle ağlayıp kelimelerle gülenlerin, kelimelerle üzülüp kelimelerle sevinenlerin ruhani ortaklığı da bir ömür boyu kaçınılmaz olarak ‘ikizi’ni aramakla geçiyor, birbirlerini bile kelimeler üzerinden tanımaya ve anlamaya çalışıyorlardı. Konuşmakla susmak arasındaki denge bir türlü kurulamıyor, aynı eğilimlerin bıkkınlık verici arzulanan aynılığı zamanla mutlak bir kayıtsızlığa dönüşüyor, herkes bir diğerini biçimlendirmeye çalışıyor, aslında kimse kimseyi beğenmediği içindir ki karşısındakinin zekâsından sürekli olarak şüphe duyuluyor ve sonra herkes yine kendi makûs talihiyle baş başa kalıyordu.
Aynı kitaplar okunup aynı filmler izlense de, aynı türküler söylenip aynı mekânlar gezilse de, tıpkı bireyler gibi toplum da kategorik olarak algılandığından, sadece evren, ölüm, yaşam gibi temel kavramlar değil, çocukluk, yaşlılık, yalnızlık, mutsuzluk gibi insanlık halleri de kelimeler üzerinden okunuyordu. Saplantılı bir şekilde kendisini her fırsatta talihsiz addeden modern bireyin dikenli teller ile çevresine çektiği mutsuzluk halesi, ilk anda onu diğer insanlardan ayrıcalıklı kılıyormuş gibi gözükse de, yalnızlığını önleyemiyordu.
Yusuf Atılgan’ın, ‘gerçek sanatçının yalnız bırakıldığı için uğraşan değil, uğraştığı için yalnız kalan olduğu’ önermesini ‘sanat/sanatçı’ düzleminden çıkarıp tersine çevirdiğimizde de aynı tabloyla karşılaşıyorduk. Çünkü yalnızlık, kişinin tercih ettiği bir şey değil, maruz bırakıldığı bir şeydi. Bilinçli bir seçimin ürünü sayılabilecek toplum ve insanlararası ilişkilere yönelik bütün davranışsal öğelerse, kültürel mirasın en küçük birimi olan kelimelerle kurulan saçma sapan bağlaşıklardı.
Kara Kitap’ın girişine konulan epigrafı hatırlıyor musunuz? Ne diyordu orada: “Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrârı öldürür.”
İronik olmaktan çok, okuyucuyu bambaşka bir kurmaca düzleme çağıran Pamuk, Kara Kitap’ta kendine özgü esrarlı bir atmosfer oluşturarak, epigrafta vurguyu ‘esrar’a değil, ‘kurmaca’ya yapıyordu.
Metinle gerçeklik arasına mesafe koyamayan okuyucular gibi, yalnızlığıyla varoluşu arasına mesafe koyamayanlar da yalnızlığa mahkûm edilmiş bireylerden ziyade, belki de küçük birer tanrıcığa dönüşmüş, kişisel serüvenlerine tapınan ve her an için yalnızlıkla ilgili cümlelere dönüşecek olan basit birer kelimeden ibarettir.
Werther, Meursault, Franny ya da Zebercet mi?
Belki onlar da sadece kelimedir.

Ölümü Düşlemek

Küçük yaşlarda keşfettiğimiz ve sonraki yıllarda anlaşılmaz bir biçimde bağlanacağımız o hastalıklı duygunun sadece bize özgü bir şey olmadığını bilseydik sanırım hiç bağlanmazdık. En yakınımızdakilerden başlayarak, başkalarının ölümünü düşlediğimiz bir oyundu bu. Bir avuç insanla gözyaşları içersinde cenaze namazı kılışımızdan tabutu omuzlayışımıza; kefenin çukura konulup sıralı, çapraz tahtalar üzerine kürek kürek toprak atışımızdan ‘onsuz’ geçecek sonraki yaşantımızın nasıl devam edeceğine kadar birlikte kurduğumuz, bencillikle örülmüş bir yığın çirkin hayalden oluşan bir oyun.
Bencilceydi; çünkü böyle bir şeyin hayalini kurmak bile bizleri her defasında ağlatmaya yetiyordu.
Ve çok çirkindi; çünkü varlığımız, bir tek, yanı başımızdakilerin ölümüyle anlam kazanabiliyordu.
Yakınlık-uzaklık derecesine göre duygusal sarsıntılarımızın derecesi de farklılık gösteriyordu doğal olarak; eğer ölümünü düşlediğimiz kişi, uzak akrabalar gibi varlığımıza en küçük bir katkı sağlamayacak biriyse, bu durum bize, utançla karışık bir rahatlama hissi de veriyordu.

Ama çok geçmeden sıralamanın yanlış olduğunu öğrendik: Kederle sevinç arasında gidip gelmekle yetinemeyecek her insan gibi zamanla bu zihinsel oyunun salt başkaları üzerinden değil, bir tek kendi varlığımız üzerinden oynanabileceğini anladık; çünkü büyümüştük. Ve kendi ölümümüzü düşlemeye başladık.
Öncelik sırası kimdeydi: bizde mi, sevdiklerimizde mi?
Öncelik sırasını dışımızdakilere verişimizin kaygı dolu ve bir dizi karşıtlık içeren ‘korunaksız’ sarmal yapısından kendi varlığımızın melankolik-histerik duvarlarına çarparak geçiş yapmak hem daha güvenliydi, hem de önceki eksiklik duygusunu ortadan kaldıran bir çeşit ‘tamamlanma’ haliydi. Ne var ki, bu da bize özgü değildi; çünkü modern toplumlarda -yaygın bir eğilim olarak- kendi ölümünü düşlemeyen bir tek kişi bile olmadığı gibi, zihninde canlandırdığı ölüm ânında yakınlarının çekmesini ‘dilediği’ ızdırabı kendi ‘yokluğu’ üzerine kurup da kendi ölümüne ağlamayan hemen hemen yok gibiydi.

Gerçek hayatta önce kim ölmeliydi: onlar mı, yoksa biz mi? Ve kimin yaşamı daha değerliydi?
Buna vereceğimiz yanıt, bizlerin değil de sevdiklerimizin daha kıymetli olduğu yalanı olabilir mi?
Dürüst olalım: Aslında bu, onların yokluğunu taşıyamayacak olmamızın bencilliğidir. Ve hepimizin varlık nedeni, düpedüz, kendi ‘yokluğumuzu’ kurduğumuz hayaller aracılığıyla yaşatma isteğidir.
Herkesin bizi gözden çıkardığı, yaşamla bağımızın tümden kesildiği kimi anlardaki ölme isteğimiz ise sahici bir ‘ölme talebi’nden çok, şımarık çocuklar gibi sevilme beklentisinin öfkesiyle çevrelenmiş bir durumun tezahürüdür ve bu durum bize, asıl sorulması gereken soruyu bile unutturabilir: “Ben kaç kişiyi seviyorum?”
Sahi, biz kaç kişiyi seviyorduk ve kaç kişinin yaşamını umursuyorduk? Sanattan siyasete, sosyal yaşamdan bireylerarası ilişkilere değin ‘ölüm’ metaforunun her alanda hâkim kılındığı, bütün yaratıcı süreçlerle benzerlik gösterdiği bir ortamda; merhamet, vicdan, iyi niyet, sadakat gibi kavramlar tersyüz edilmediği müddetçe kaç kişiyi sevebilirdik?

Sadece beyin ölümümüz değil, organizmanın da ölümü gerçekleşti.
Şimdilik saçlarımız ve tırnaklarımız uzamaya devam ediyor.
Bunu da bir yaşam belirtisi sayabilir miyiz?