O ânı sanki bugün yaşamış gibi hatırlıyorum: Zifiri karanlığın
içinde, tekinsiz bir dağın eteklerinden zirvesine doğru tırmanıyorduk.
Değil çevremizi görmek, önümüz sıra yürüyen arkadaşlarımızı bile zar zor
seçebiliyorduk. Yüksek, yabani otlarla çevrelenmiş dağın eteğinde,
üzerimizde kurşun geçirmez yelekler ve elimizde hafif, yarı otomatik
tüfeklerle on yedi kişi, sürekli tetikte, sessiz sedasız ilerliyorduk.
Sanki her an karşımıza birileri çıkıp da üzerimize kurşun yağdıracaktı.
Tim komutanı dahil, hepimiz korku içinde olmalıydık. Öyle tahmin
ediyorum. Yoksa fısıltıyla da olsa konuşanlar olurdu içimizde; ya da
mırıltıyla şarkı söyleyenler… Oysa çıt çıkmıyordu kimseden… Tek
yaptığımız, kan ter içinde, tehlikenin nereden geleceğini kestiremeden,
ürpertili bir halde dağın zirvesine doğru tırmanmaktı hızlı adımlarla.
Sonra bir şey oldu: Elli metre sağımızdan hışırtılı bir ses geldi;
ansızın büyüyüveren ses dalgaları gibi üzerimize çökmesiyle gökyüzüne
yükselmesi bir olmuştu. On metrelik aralıklarla tek sıra halinde yürüyen
on yedi kişi, gayri iradi biçimde ‘zınk’ diye duruvermişti. Ses şunun
gibi başlayıp birkaç saniye içinde de şu şekilde devam ederek şöyle
bitmişti: Hışır hışır hışır hışşşşş hışşşşş
hışşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş! Öylesine hızlı olup bitmişti
ki her şey, yere yatıp mevzilenmeyi dahi akıl edememiştik. Elimizde
yarı otomatik tüfeklerle ayakta kalakalmış, bakışlarımızı sağ tarafa
doğru çevirebilmiştik. Ölüm ânı dedikleri şey olmalıydı bu. Çünkü
çevremizdeki her şey, sanki bizlerle birlikte donuvermişti.
Size o an aklımdan neler geçtiğini anlatayım mı? Emin olun ki hiçbir
şey düşünemedim: Ne ailem, ne arkadaşlarım, ne de sevdiklerim geldi
aklıma. Sanki beynim durmuştu o birkaç saniye içinde, hissedebileceğim
her şey silinmiş ve benden geriye sadece, bir tek kendini düşünen, kendi
öz varlığına sarıldıkça bencilleşen bir varlık kalmıştı. İşte o gün
içimdeki yazarla tanışmıştım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder