Melankoli Yazıları’ndan...
AİLE İÇİ KONUŞMALAR
Sayın ve sevgili okuyucularım; niye hep böyle olur, bilmiyorum.
Niye sürekli zihnim bulanır, aklım karışır ve ben bildiklerimi bile unuturum.
Niye olur, niye?
Serap adında bir yeğenim var.
Sapsarı saçlar, masmavi gözler.
Küçüklüğünden beri gittiği her yerde, girdiği her çevrede güzelliğiyle bir anda ilgi odağı olmuş birisi.
Acayip de zeki... Cin mi cin... Şeytana bile pabucunu ters giydirecek cinsten...
Hollanda’da yaşıyor şimdilerde...
Bana e-posta atmış; “Yazdıklarını okurken çok eğleniyorum.” demiş ve devam etmiş:
“Yazdıklarını okumanın bir başka güzel tarafı da, binlerce kilometre öteden mahallemizi, arkadaşlarını ve aileni yalın bir dille anlatıp beni o güzel günlere yeniden döndürüyor olman!”
Sonra kankimin bana telefon açması; “Yazdıklarını okurken yerlere yattık gülmekten!” demesi... Ardından, o tuhaf, garip ve ürkütücü soruyu sorması:
“Şişman Sütçü hikâyesinde anlattığın şişman orospu kim; Şaziye mi?”
Hatırlar mısınız bilmem: Gülden Kale Düştü diye bir roman yayımlanmıştı bundan yıllar evvel... Yazar öyle enteresan bir şey yapmış ki inanamazsınız... Tutmuş, romanında mahalledeki komşularını, aralarındaki ilişkileri ve kendi eşiyle olan cinsel münasebetlerini anlatmış! (Yuh yani!)
Roman yayımlandıktan sonra nasıl ünlendi ama biliyor musunuz, mahallede ne kadar komşusu varsa yazarı mahkemeye verdi çünkü; ve dediler ki: “Bu kitapta isimleri değiştirilerek anlatılan kişiler bizleriz!” (Reklamın iyisi kötüsü olmazdı di mi!)
Sanırım yazdıklarıma en güzel ve en tehlikeli tepkilerden biri Güler kardeşimden geldi.
Demiş ki: “Zaten önceki yazılarını okumuştum, ama ‘Ardınızdan’ öykünü okurken, öykünün sonunda ağladım!”
Şimdi ben ona, bu öykünün başından sonuna bir kurgudan ibaret olduğunu söylesem, neler hisseder acaba? Acaba o da bazı toplumcu eleştirmenlerimiz gibi, beni ‘masa başı kurguculuğu’ ya da ‘ölü kurguculuk’ yapmakla mı suçlar? Yaşanmış olana yaslanmayan kimi öykülere yönelik beslediğimiz o bilindik toplumsal antipati yok mu; işte bütün entelektüel yapımızı, bütün zihinsel faaliyetlerimizi ve bütün yaratısal süreçlerimizi sekteye uğratan yegâne şey bu!
Şimdi ben Güler’e ‘bunların hiçbirini yaşamadım, ama tıpkı senin okurken yaptığın gibi öykünün sonunu yazarken ağladım’ desem bana inanır mı? ‘Rüyalarımda öykü kahramanlarımı görüyorum, onlarla sohbet ediyorum, onlarla üzülüyor, onlarla şaşırıyor, onlarla ağlıyorum’ desem...
Balzac’ın, bir gün yazı odasından ağlama ve hıçkırık sesleri gelmiş.
Hizmetkârı koşa koşa odaya gitmiş, kapıyı açmış ve içeri girmiş.
Demiş ki: “Mösyö Balzac ne oldu, niçin ağlıyorsunuz?”
Masasında üst üste yığılmış bir tomar kâğıdın başında, elinde kalemiyle bulunan Balzac, gözyaşları içersinde şöyle yanıt vermiş hizmetkârına: “O öldü!”
Hizmetkârı hiçbir şey anlamamış tabii... Kim ölmüş? Niye ölmüş?
Balzac’ın açıklaması üzerine anlamış ki ölen, son yazdığı romanın başkahramanıymış.
Daha da çok şaşırmış, “Ama mösyö Balzac, onu siz yazdınız,” demiş şaşkınlıkla, “bunun için üzülünür mü?”
Ağlamayı sürdüren Balzac, edebiyat denizinin karanlık sularına işte o tarihi notu düşürmüş:
“Önemli değil ki... O öldü...”
Şimdi ben Serap’a, Güler’e, kankime, ‘yazdıklarımın hangisi gerçek, hangisi hayal ürünüdür, ben de bilmiyorum’ diye nasıl söyleyebilirim, aralarındaki ayrımı neye göre yapabilirim; onlara, ‘öykülerimde vermek istediğim duygu neyse, tam da o duygunun esareti altındayım’ diyebilir miyim...
Bir gün Umut’a “Son Nokta” adında bir öykümü okutmuştum; grotesk bir öyküydü ve yetmiş yaşındaki bir ihtiyarın 1950’lerle 2000’li yıllar arasındaki duygusal gelgitlerini anlatıyordu.
1950’lerin İstanbul’u birçoğumuza dönemin duyarlılığı ve inceliği itibariyle hep daha cazip ve gizemli gelmiştir. İşte o hikâyenin başkahramanı Mustafa Efendi, o dönemin zarafetini ve inceliğini bütün yönleriyle üzerinde taşıyan bir adamdı.
Dolayısıyla Umut, öyküyü okur okumaz hemen bana dönüp, “Beni Mustafa Efendi’yle tanıştırır mısın?” dedi.
Sinir olmuştum... Tanışacaktı da ne olacaktı ki!
“Mustafa Efendi diye birisi yok!” dedim. “Çünkü ben Orhan Kemal değilim.”
Tuhaftır, kişilerin gelecekteki yaşamına ilişkin bütün öngörülerim hep hatalı çıkmıştır. Toplumsal hayatı, ilişkilenme biçimlerini, istekleri ve beklentilerini benim kadar iyi yorumlayan az sayıda insan vardır halbuki. (Öyle alık alık bakmayın, kendimden bahsediyorum!)
Toplumsal yaşayışı benim kadar iyi kavrayabilmiş, benim kadar içselleştirebilmiş birisinin kişisel yaşantılar konusunda sürekli olarak çuvallaması ise daha az görülür bir şeydir.
Hasibe Ablama, Serap’ın ilkokula gittiği günden başlayarak üniversiteyi bitirinceye değin, “Bak görürsün, bu çocuk okulu bitiremez!” deyip duruyordum, “Bak görürsün, bu çocuk sınıfta kalacak!”
Ve ilkokulun birinci sınıfından beşinci sınıfına kadar hep ‘yıldızlı pekiyi’lerle, takdirlerle geçip gitti yıllar...
“Hadi bakalım, ortaokula başlasın da görelim!” demeye başladım bu sefer de.
Hasibe Ablam Serap’ın annesidir ve yıllar yılı benim niye böyle bir şey söyleyip durduğumu halen daha anlayamamıştır. (Güzellik başa beladır ve insanın bütün yaşamını bir anda alt üst edebilir ve bunu şimdi söylüyor olmamamın da artık hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır!)
Serap çok güzeldi ve her yerde, her koşulda, herkesin ‘ilgi odağı’ydı...
Bak biz burada gevezelik ederken, çocuk bütün bir ortaokul yıllarını takdirle bitirdi; zaman ne de çabuk geçiyor di’mi! Nasıl da hızla akıp gidiyor zaman ve biz geçmişe hüzün dolu gözlerle bakarken bir de bakmışız ki yaşlanmışız...
“Hadi bakalım, lisede göreceğiz, vallahi geçemez bu! Çakar! Ben bilmez miyim, tanımaz mıyım yeğenimi?” dediğim an’ı dün gibi hatırlıyorum... (Ve gördüğünüz gibi de hiç yılmıyorum, hiç pes etmiyorum!)
Göz açıp kapayıncaya kadar; yine takdir, yine teşekkür, yine ‘yıldızlı pekiyi’ler... Tanrım! Deli olacağım!
Serap’ın üniversite yılları da benim aynı hatalı öngörülerimle tamamlandı...
Tam evlenecekti ki, “Bu kız bu çocukla mutlu olamaz, aha da buraya yazıyorum, altı aya kalmaz bunlar boşanır!” dedim bu kez!
Kime dedim peki? Kime olacak, tabii ki Hasibe Ablama! (Burada okuyucuyu sınıyorum, bakalım kendini hikâyeye tam olarak verebilmiş mi diye!)
“Çünkü bu kızla bu çocuğun kültürleri arasında uçurum var!” dedim! (Evet evet, Hasibe Ablama... Tamam, uzatmayın!)
N'ooldu peki! N'ooldu sorarım size? On iki senedir çok mutlular ve hâlâ sanki ilk günkü gibi flört etmekteler! (Lanet olsun!)
Şimdi bunca şeyi şunun için anlattım:
Sanıyordum ki, okuyucularım 15-25 yaş arası bir kitleden oluşur ve beni genelde çok genç bir kitle okur... Gel gör ki öyle değilmiş! Melankoli Kitabı’mın kimi bölümlerini bloğumda yayımladığım günlerde bana sürekli e-posta atanların yaş ortalaması kaçtı biliyor musunuz? Bunu o günlerde hiç üşenmeden tek tek kayıt altına aldım ve halen daha inanmakta güçlük çekiyorum.
Bana e-posta atan bi sürü insanın yaş ortalaması 45...
Buna inanabiliyor musunuz? Bütün bu yazıları 15-25 yaş arası kitlenin algılayıp algılamadığı konusunda en ufak bir fikrim bile yok...
Fakat ben kendimi gençlerin -ve geleceğin- yazarı olarak görüyordum... Fakat ben, Melankoli Kitabımı bir süre sonra iyi bir yayınevinden kitap olarak çıkartmayı tasarlamıştım... Ve ben, o yazıları özellikle 15-25 yaş arası gençlerin beğenisine göre kaleme almıştım... Ve ben, gençlerin duygu ve düşünce dünyasının daha anarşist, daha incelikli, daha kırılgan olduğunu sanmıştım...
Tanrım! Şimdi n’olacak, ben şimdi ne yapacağım!
Olamaz... Hayır... Yeter artık...
Yemin ediyorum, bu son.
Bir daha gelecekle ilgili herhangi bir tasavvur ve tasarrufta bulunmayacağım. Ve bir daha, bu konuda hiçbir şey tahayyül etmeyeceğim.
Siz sayın ve sevgili okuyucularımın huzurunda yemin ederim.
Amen!
(Sağ elimi de havaya kaldırsa mıydım acaba!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder