Sahnelerden sokaklara:
İstanbul Kraliyet Tiyatrosu...
Ayhan Şahin: Ülkemizde tiyatro, 90 yıllarla birlikte tiyatro sahnelerinin dışında da yapılmaya başlandı. Tiyatronun her koşulda yapılabileceğine inandığınız için mi böylesi bir mekânda oyun sahneliyorsunuz?
Saygın Delibaş: Hayır, ondan değil. Bizim elimizde bir tekst vardı ve biz arkadaş grubuyduk. Bir arkadaşımızın da sahnesi olan bir mekânı vardı. Bu da vesile oldu bize ve böyle başladık.
Berke Üzrek: Aslında evvelden de benzer işler yapılıyordu. Mesela kabareler vardı, ikili-üçlü grupların çıkardığı işler vardı. Bizim işimizin farkı, ilk defa bir barda tiyatro yapmak oldu...
Alper Doğan: Barda yapıyoruz ama, İstanbul Kraliyet Tiyatrosu ‘bir bar tiyatrosu mu’ diye sorarsanız, asla öyle bir şey olmadığını söyleriz size. Yani tiyatrodan ne anlıyorsanız, biz de onu yapıyoruz. Şartlar öyle gerektirdiği için barda oynuyoruz.
Ayhan Şahin: Yeni bir grupsunuz, 2005 yılında kuruldunuz. İlk oyununuz “Hastasıyız”, muayenehanesine gelen dört hastanın ve bir psikoloğun trajikomik hikâyesi... Bu oyunu tercih ederek, yaşadığımız toplumsal travmaya mı dikkat çekmek istediniz?
Saygın Delibaş: Hayır, ilgisi yok. Fethi Kantarcı’yla birlikte yazdım ben bu oyunu. Biz bu oyunu yazarken, bir sahne zorlaması olmadan, küçük bir yerde oynanabilecek bir oyun olarak tasarladık. Oyundaki beş-altı kişi nerede bulaşabilirler diye düşünürken, bir psikoloğun muayenehanesinde buluşabilirler gibi bir fikir çıktı ortaya, onun üzerine oyunu o şekilde kurduk. Toplumdaki sado-mazo eğilimlere veya toplumsal bozulmaya bir gönderme yapmak niyetiyle yazmadık bu oyunu.
Ahmet Saraçoğlu: Bu şekilde algılayan seyirciler de oluyor.
Ayhan Şahin: Bilinen tanınan oyuncularsınız. Tiyatro sahnesiyle kıyaslarsanız, burada sahnelenen oyuna seyircinin aynı ciddiyetle yaklaştığını söyleyebilir misiniz?
Ahmet Saraçoğlu: Aslında böyle bir tehlike var. Ciddiyet demek belki yanlış olur ama, sahnede oynamakla barda oynamak arasında seyirci açısından şöyle bir fark olduğunu gözlemliyoruz biz: Burada seyircinin konsantrasyonunu sağlamak çok daha güç. Çünkü o sırada içkisini içiyor, yanındaki insan sigarasını içiyor, bir yandan da oyun izliyor; hem de bir komedi izliyor. Ama bir tiyatroya gittiği zaman, o koltuğa oturduğu andan itibaren oyuna konsantre oluyor. Ama şöyle avantajları da var: Böyle bir ortamda oynamak, seyirciye çok daha samimi geliyor. Oyunun ilk beş dakikasında tam alışamasa da, beş dakikadan sonra o kadar rahatlıyor ki, bu rahat ortam içersinde çok daha keyifli izleyebiliyor. Bizim için en büyük zorluk, seyircinin çok yakın olması, burnumuzun dibinde insanların oturması... bol sigara, duman gibi birtakım dezavantajları da var elbette.
Serhan Ernak: Evet. Seyirciyi yakalamak için ilk anda yüksek bir performans sergilememiz gerekiyor. Seyirci için daha kolay aslında, onlar daha rahat. Onlar için tiyatro sahnesinde oyun izlemek daha zor. Tiyatro sahnesinde oyuncuya kimse karışmaz, ama burada laf atabiliyorlar. Şöyle demek daha doğru olabilir: kimi seyirci sesli düşünüyor ve çok yakın olduğumuz için bu bize hemen geliyor...
Saygın Delibaş: Bir de oyuncuların zorlandığı şey şu: İtalyan sahne olmadığı için, öyle bir illüzyon yaratmak da zor oluyor; ışıkla veya sesle... Buradaki bütün atmosferi oyuncuların kendileri oluşturuyor. Sadece ışığı yakıp söndürüyoruz. Bu anlamda daha büyük performans göstermemiz gerekebiliyor.
Serhan Ernak: İtalyan sahnede seyirciyle sahne arası çok uzak olduğu için, oyuncu oyun içersinde seyirciye çaktırmadan dişlerinin arasından konuşabilir, kaş göz hareketi yapabilir, oyunun temposu hakkında birbirine bilgi verebilir. Siz anlamazsınız ama, burada o yapılmıyor. Burada, sahneye bir çıkıyorsunuz ve bitiyor yani...
Berke Üzrek: Özel bir durum oluyor, başka bir enerji alışverişi oluyor aramızda. Yani öyle bir durum ki, biz hiç ağzımız ya da gözümüzle bile oynamadan böyle garip bir iletişim kurduk. Oyuncular arasında organik bir bağ var.
Ayhan Şahin: Sahnelediğiniz oyunları hangi aralıklarla değiştiriyor ya da değiştirmeyi düşünüyorsunuz?
Barış Başar: Biz öncelikle İstanbul Kraliyet Tiyatrosu’nun dilini oluşturmaya çalışıyoruz. Bunu da Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı’nın yazdığı “Hastasıyız” adlı bu ilk oyunumuzla biçimlendirmeye uğraşıyoruz. Önümüzdeki sene yeni bir oyun çalışacağız. “Hastasıyız” izleyicisini bulduğu sürece oynanmaya devam edecek. Ama buradaki en büyük amacımız; ‘İstanbul Kraliyet Tiyatrosu bir komedi tiyatrosudur ve kendine has, özgün bir dili vardır’ anlayışını yaratmak...
Ayhan Şahin: İstanbul Kraliyet Tiyatrosu’nun ilginç bir adı var. Cumhuriyete geçememiş olmalısınız? Hikâyesini anlatabilir misiniz?
Saygın Delibaş: Biz tiyatromuza isim ararken ne olsun diye çokça düşündük. Royal Shakespeare Academy’den yola çıktık; Ahmet, “Bunun Türkçesini tiyatromuza isim yapalım, böylece kendi krallığımızı kuralım.” dedi. İstanbul Kraliyet Tiyatrosu böyle oluştu.
Alper Düzen: İstanbul’un Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları var, biz de Kraliyet Tiyatrosu olduk.
Ayhan Şahin: Bugünün gençleri tiyatroya pek ilgi duymuyor herhalde. ‘Tiyatroyu gençlerin ayağına götürdüğünüzü’ söylüyorsunuz çünkü...
Fethi Kantarcı: Ben Kamil Güler, bu soruyu şöyle cevaplayayım (gülüşmeler): Tabii ki ilgi duymuyorlar. Eskiden anlatılan, bizim de beraber setlerde ya da diğer arkadaşlarımızın tiyatro çalışmalarında çalıştığı, usta dediğimiz insanların anlattığı gibi tiyatroların, gişelerin önünde çok uzun kuyruklar olmuyor artık.
Alper Düzen: Seyirci kaybetme diye bir şey var. Ben kapanana kadar Dormen Tiyatrosu’nda oynuyordum. Özel bir tiyatro, şehir tiyatrosu ve devlet tiyatrosunda böyle bir şey söz konusu değil. Biletler ucuz olduğu için seyirci her zaman var; biletler çıktığı gün bitiyor. Ama özel tiyatrolarda gerçekten bir sıkıntı var. Çok çok iyi oyunlar olmadığı sürece, maalesef seyirci sayısı her sene daha da düşüyor. Son sekiz-on sene içersinde seyirci sayısında ciddi bir gerileme oldu. Hedef gençlerse -lise ve üniversite- bunlar gerçekten gelmiyorlar. Gelen seyirciye bakıldığı vakit, gerçekten de yaşını başını almış, daha doğrusu tiyatro kültürünü zaten gençliğinde edinmiş insanlar olduğunu görüyoruz. Yani onların çocuklarını zorla kolundan tutup götürme durumu da olmuyor. Çocuklar, barlarda, Beyoğlu’nda, buralardalar. Çocuklara bu şekilde ulaşmak, sanıyorum doğru bir yol oluyor ve ulaştığımıza da inanıyoruz.
Berke Üzrek: Ben bu konuyla televizyon alışkanlığının da çok büyük bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar televizyonlarını kapatıp, dolmuşa binip bir tiyatroya gitmeyi, bunun için özellikle giyinmek ve para harcamayı, televizyon alışkanlıklarının getirdiği bu yayılma durumundan dolayı, akıllarına getirseler dahi realiteye dökmüyorlar. İnsanlar buna yanaşmıyor. Televizyon beş-on sene, hatta bir-iki sene önceki oyunları da seyirciye ekranlardan sunuyor. Dolayısıyla canlı performans onlar için pek anlam ifade etmiyor olabilir.
Fırat Doğruloğlu: Jenerasyonlar arasındaki yaşama biçimi farklılığıyla da alakalı bu... Bir dönem Berke’nin de dediği gibi, insanlar giyinip kuşanıp, ‘acaba tiyatrolarda neler olacak, oyuncular nasıl performanslar sergileyecek’ diye merakla gidiyorlarmış. Ama şu anda insanlara çok daha farklı biçimlerde ulaşılabiliyor. Tiyatro bu anlamda bana kalırsa bir devrim gerektiriyor mu veya kendini yenilemeyi gerektiriyor mu; insanlara daha iyi, daha çok ulaşabilmek için, biraz yenilenme içine girdi gibi geliyor bana açıkçası... Ama bunu yalnızca genç jenerasyona yıkmıyorum. Genel anlamıyla jenerasyonlar arasındaki yaşama biçimi farklılıklarıyla çok alakalı.
Berke Üzrek: Oyunculuk mesleğinin ne olduğu da çok tartışılır bir durumda. Çünkü, bir şarkıcı, başka bir mesleği icra eden herhangi biri belirli koşullar bir araya geldiğinde Türkiye’nin en iyi oyuncusu olarak lanse edilebiliyor. Oyunculuk mesleğinin de ne olduğu bilinemez bir durumda. Tiyatroyu bırakın, oyunculuk ne demek, bu anlaşılmış durumda değil. Halbuki yalnızca seyirci meselesi değil, bana kalırsa buralardan yola çıkıp cevap aramak gerekir. Seyirci; oyuncu izlemek ister.
Ayhan Şahin: “Hastasıyız” oyununuzu Depo Bar’da ilk sahnelemeye başlamanızdan bu yana toplam kaç oyun sahnelediniz? Seyircinin ilgisini yeterli buluyor musunuz?
Ahmet Saraçoğlu: Kırk sekizinci oyunumuzu oynayacağız, haftaya elli olacak. İlgiyi yeterli buluyor muyuz; aslında biz yeni kurulan bir tiyatro olduğumuz için bu ilgiyi yeterli bulmak yerine, bizim insanlara daha fazla ulaşıp, bir an önce bizden haberdar olmalarını sağlamamız gerekiyor ki, ardından kendi adımıza ilgiye yönelik konuşabilelim. Ama tiyatroya seyircinin ilgisini yeterli buluyor musunuz derseniz, ben bulmuyorum. Seyirci sayımızda artış var. Haftada bir gün oyun sahneliyorduk; yeterli olmadı, iki güne çıkardık. Pazartesilere, perşembe akşamlarını da eklemiş olduk.
Oyuncular: Ahmet Saraçoğlu, Berke Üzrek, Serdar Orçin, Serhan Ernak, Alper Düzen, Fırat Doğruloğlu ve Barış Başar
Senaryo: Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı
Dekor-Kostüm: Gamze Kuş
Işık: Caner Özyurtlu / C.E.O: Kamil Güler
Bu söyleşi, 2006 yılında, Cumba İstanbul’un ‘toplumsal değişim’ konulu sayısı için yapılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder