Selçuk Yöntem ile Bir Konuşma:
“Televizyon dizileri gençleri suça teşvik ediyor”
Dünya hızla değişiyor. Toplumumuzu ve kendinizi bu değişimin neresinde görüyorsunuz?
Muhakkak ki o değişimler olacaktır. Ama insanın kendini karelemesi, ‘ben şuyum ben buyum’ demesi, değişime engel bir psikolojidir. Çünkü her zaman olacak bir şeydir o, kaçınılmaz bir şeydir. Ama değişim neye göre her zaman olacaktır, hangi noktada olmalıdır? Tabii ki olumlu yönleriyle olmalıdır. Çünkü değişmemesi gereken değerler de vardır, değişmemesi gereken yaşam biçimleri de vardır. Mesela yetmişli yıllardan seksenli yıllara geldiğimizde, dünyadaki birçok şeyin değiştiğini görüyoruz...
Ben bazı yerlerdeki değişime zor girebilirim, bazen de değişimi hiç kimsenin tahmin etmediği noktalarda çok çabuk kabul edebilirim. Nedir bu mesela: konservatuvarda nasıl giyiniyorduysam hâlâ aynı giyiniyorum; orada bir değişimim yoktur. Çünkü bunun adı ‘değişim’ değildir. Değişim, insan beyninde oluşması gereken, insanın ilişkilerini olumlu noktalara götüren bir alanda olmalıdır. Mesela müzik alanında yaşadığımız değişim, nitelikli olandan niteliksiz olana gelmiş durumda. Yani geriye doğru bir evriliş söz konusu...
Bugün teknoloji çok önemli bir değişimdir. Bir internet, bir müzik, bir cep telefonu, teknolojik açıdan olumlu bir değişimken, insan ilişkilerini zedeleyen yanıyla da olumsuz değişimler getirmiştir. Bir ülkede bir çocuğa iki hafta televizyon seyretmek yasak şeklinde ceza veriliyor, anne-baba da iki hafta televizyonu kapatıyor, bir bakıyorlar ki sohbet etmeye başlamışlar, sinemaya gidiyorlar, sergilere gidiyorlar. Bu sefer, iletişimsizlik iletişim haline gelmeye başlıyor. O denli girift bir nokta ki bu, yaşamın değişim boyutuyla, ileriye doğru açılan boyutuyla birtakım niteliksiz noktalar da gelişebiliyor. Burada insan ve toplumun kendini çok iyi koruması gerekiyor...
Bugün sokakta paraya en çok gereksinmesi olan insanın elinde son model cep telefonu görüyorum. Böyle bir durumla Almanya’da, Amerika’da karşılaşamazsınız. Ülkemizde insanlar yoksunluklarını, hayal dünyalarını bunlarla beslemeye çalışıyorlar. Bu durum, bizim sistemimizin çarpıklığından kaynaklanıyor
Ama globalizmin hepimize dayattığı birtakım şeyler de söz konusu. Eğlence anlayışından yeme içme kültürüne değin bir sürü şey değişti...
Çok rengi bir araya getirdiğiniz vakit, saçmasapan bir tablo da çıkabilir ortaya; renkleri süzerek koyduğunuz zaman çok anlamlı bir tablo da çıkabilir... Yeni bir müzik üretilemiyorsa, eskiler tekrar düzenlenip piyasaya sürülüyorsa, o müziğe karşı kendimi korurum ben. Globalizmin dayattığı bir yeme içme kültürü varsa, onu yemem. Veya okunması gereken popüler bir kitap varsa, onu okumam. Yine, benzer bir film varsa, onu seyretmem.
80 sonrası bir kayıp kuşak sineması ve tiyatrosu Amerika’yla beraber Türkiye’ye de geldi. Değişim konusunda 68 kuşağından sonra gelen kuşağı ‘kayıp kuşak’ olarak nitelendiriyor musunuz?
80 sonrası Türkiye, 83 seçimleriyle her yönüyle bir değişime maruz kaldı. Bu kapitalizmin dayatma noktalarının getirdiği bir değişimdi. Bir ‘köşedönme’ kavramı başgösterdi. Anarşiden yılan ülke, bunun karşısında kendini giyim kuşama, saçmasapan birtakım değerlere uydurdu. Televizyon kanallarının çoğalmasıyla birlikte dejenerasyona ve bir karmaşaya doğru gidildi. Tiyatro, seyircisini kaybetmeye başladı. Sinema, kendini var etme noktasında nitelikli filmler yapmak adına, biraz sıkıcı noktalara kaydı. Çünkü toplumun değişimine, sanatın değişimi ayak uyduramadı. Bu koşut olamayan noktada da herkes kendini korumaya çabaladı. 60’lı-70’li yıllarda kuyruk olan tiyatrolar da, 80’li yıllarda bu rağbeti kaybetmeye başladı. Sosyo-ekonomik durumlar da bunun için ciddi bir zemin hazırladı. Ve ekonomi, para çok önemli bir nokta oldu. Türkiye’de bugün hâlâ bir başka boyutta patlama olmuyorsa, bu bizim kültürel imece zihniyetimizden kaynaklanıyordur; arkadaş arkadaşa, teyzeoğlu amcaoğluna yardım ediyor. Cumhuriyet sonrası mirasın yavaş yavaş avucumuzdan kayıp gitmesi, bizi bugün içinden çıkılmaz bir noktaya getiriyor.
Ben 1984 yılında TRT’ye Atlıkarınca ve Ahmet’in Günlüğü’nü yaptıktan sonra, ‘on yıl dizi yapmayacağım’ dedim... İdealist tavırlarla, ‘yüzümü yıpratmayacağım, ara vereceğim, devlet tiyatrolarında oynayacağım’ dedim, Fakat baktım ki yaşam değişiyor, televizyon kanalları açılıyor, para daha önemli bir noktaya geliyor. Milletvekilinden fazla olan devlet tiyatrosu oyuncusunun geliri giderek müsteşar düzeyine düşüyor. Tabii oyuncu için tiyatro dışında sinema ve diziler de var. Ama bunlarla uğraşırken tiyatroyu bırakmıyorsunuz. Bu yaptığımız işi Avrupa’da yapsak, kim bilir nerelere gelirdik. Türkiye’nin azgelişmişliğinde ancak bu kadar oluyor. Biz, doğru işi yanlış yerde yapıyoruz... Ama bununla beraber, bir insan bir şarkıyla, saçmasapan bir diziyle bir günde şöhret olabiliyor... Rusya’nın o kendine has coğrafi yapısını aldığımız vakit, Çaykovski, Tolstoy, Puşkin çıkmış, ama dönem de öyle bir dönemmiş, şimdi neden çıkmıyor, şartlar iyi olduğu için mi çıkmıyor? Hayır; insanın beyni, motivasyonu ve ruhu değiştiği için çıkmıyor.
Kurtlar Vadisi, geçtiğimiz aylarda gündemi hayli işgal etti; günah keçisi ilan edildi. Türk sinemasında mafya olgusu çok eskilere dayanıyor halbuki; Yılmaz Güney’lere kadar uzanıyor. Şimdiki dizi ve filmlerdeki mafya olgusuyla, eski mafya filmlerini kıyaslamanız mümkün mü?
Ama Yılmaz Güney filmlerinin bir estetiği vardı. O bir sinemaydı ve estetik bir dili vardı, büyüsü vardı. İnsanlar sinemaya gidip izliyorlardı o filmleri. Oysa dizi deyince daha farklı tabii; evinizde bir misafir var, onunla her an, her dakika baş başasınız. Ve bu baş başalık her gün oluyor; tekrarlarıyla yüz kere oluyor. Ben, çocuklara seyrettirmeyin diyorum, ama hayır, seyrettiriyorlar. Aileler bunları umursamıyor. Umursamayınca, izleyen çocuk oradakinin çok doğal olduğunu görünce, kendisi de yaşamında uygulamaya çalışıyor. Benim de bulunduğum o dizide polis göremezsiniz. Polis yok maalesef. Yani bir insan kötü bir şey yapabilir, ama birisi yakalar ve ona ceza verir. Böylece görürsünüz ki, her kötü şeyin bir karşılığı vardır. Ama burada öyle bir şey yok. Ben bunu o zaman da eleştirdim. Yani bir polis yok, caydırıcı bir unsur yok; adeta yapılan her şey çok mübah... O vakit çocuk da gidip arkadaşını bıçaklıyor. Senin paran yoksa, tiyatroya gidemiyorsan, insan ilişkilerini anlayamıyorsan, yalnızca televizyonun beyaz ekranından sanal bir dünya seyrediyorsan, bu ilişkiler zincirini nasıl dengeleyeceksin? Dengeleyemiyorsun! O zaman özeniyor, imreniyorsun; ‘kaybedecek neyim var ki zaten’ deyip o yola yönelmeye başlıyorsun.
Şiddetin estetize edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Kurtlar Vadisi’nin benim olduğum bölümlerinde o dizinin bir estetiği vardı. Çünkü dünya siyaseti inceleniyordu. Kıbrıs olayı, AB, Türkiye’deki derin devlet, para baronları ve mafya üçgeniydi başlangıçta... başlarda estetik bir anlayışla verildiği için herkesin çok ilgisini çekmişti. Sonra, giderek başka bir adamın maceraları olmaya başladı. Siz bunu çok şiddetli de verebilirsiniz,
ama şiddeti verirken -ki sanatın estetiği oradadır- ‘ben bu şiddetten yana değilim’ dedirtirsiniz. ‘Ben böyle olmayacağım, böyle yapmayacağım, çocuğuma da bunu yaptırtmayacağım, yapmaması için elimden gelen gayreti göstereceğim’ dedirtebilirsiniz. Niçin “Baba”yı defalarca izlediğiniz zaman böyle bir olumsuz duyguya kapılmıyorsunuz. Çünkü o filmde anlatılan şey, iyi anlatılıyor da ondan... Mafya ilişkileri yüzünden bir aile saadetinin nasıl bozulduğunu da görüyorsunuz; insanların birbirlerine kalleşlik etmelerinin nasıl o racon içersinde hayatlarına mal olduğunu da görüyorsunuz. Ama bunu çok büyük bir estetik düzeyde veriyor. Bundan rahatsız olmuyorsunuz. Ama diğer taraftan rahatsız olduğumuz noktaları epeydir konuşuyoruz. ‘Ben ne yapacak ve neyi anlatacağım’, soru budur; ‘ben para için bu işi yapacağım ve insanlar da birbirine girsin’ derseniz, onu elde edersiniz ama ‘ben çok güzel bir şey yapacağım ve kötülüğün iyi bir şey olmadığını anlatacağım, bir kaos yaratarak bunu anlatacağım’ derseniz onu da anlatırsınız. Çok sevimli bir şey yaratayım derken, insanları gereksiz bir hayal dünyasına sokarak çok zarar da verebilirsiniz.. Onun için buradaki niyetiniz çok önemli, hedef belirlemeniz çok önemli... Meseleye nasıl yaklaşırsanız, öyle yanıt alırsınız.
Edebiyat ve plastik sanatları ayrı tutarak, bugünkü sanat ortamını -genel hatlarıyla- değerlendirir misiniz?
Sinema, tiyatro, oyunculuk bazında ele alırsak; bugün oyuncular, kendini mutsuz hissetmemek için, bu kirlenmenin içinde olmamak için, hâlâ tiyatro yapmaya devam ediyor. Ama dizi de yapıyor... Tabii ki film yapmak çok başka bir olay... Bir ressam, çok ekonomik sıkıntılar sebebiyle sergi açmak için çaba gösteriyor. Türkiye’nin senfoni orkestrası var, operası var, balesi var, bu kurumlar birçok olumsuzluklara ve kültür politikasına rağmen, var olmak için kişisel çabalar gösteriyor. Bu toplumun yetiştirdiği sanatsever insanlar, hâlâ bu olumsuzluklara meydan okumak için tiyatroya, baleye, operaya, konserlere gidiyor. Bunun dışında da yardımcı noktaların oluşması gerekir. Televizyonların sanat programlarına ağırlık vermeleri lazım, buna yönelik program bir-iki tanedir, onun dışında göremezsiniz. Yani ne bileyim, örneğin müziğe daha çok yer vermeleri lazım. Şiddete daha az yer vermeleri lazım; çokça saçmasapan program var çünkü, onları bir parça engellemek lazım. Sonra, insanları özlem içinde, gereksiz hayal dünyalarına sokacak programları sona erdirmek lazım. İnsanların kavgalarını, kanlı bıçaklı haberleri sabah kahvaltılarında insanlara seyrettirmemeleri lazım. Bu noktada, bu gibi düzenlemeler yapılmalı... Türkiye’de sanatsever ve sanatçı, kendini bu kaos içinde korumaya çalışıyor.
Bu söyleşi 2006 tarihinde Cumba İstanbul dergisinin "Toplumsal Değişim" konulu sayısı için yapılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder